Av. Mehdi Bektaş 21 05 2020
Emperyalizmin işbirlikçisi dinci, ırkçı, gerici, liberal iktidarlar, hanedan yönetiminde teokratik (dinci) bir devlet olan, çağa ayak uyduramadığı için ekonomik, sosyal ve siyasal yönden çöken, itilafçı emperyalist devletler tarafından parçalanıp dağıtılan Osmanlı’yı yüceltmeyi, laik cumhuriyete ve kurucularına saldırmayı, laik devlet ve hukuk düzenini bozmayı, toplumu dinsel etniksel kültürel ayrıştırmayı, halkın dini duygularını istismar ederek devlet ve kamu malını yağmalamayı, hırsızlık, rüşvet çarkıyla vurgunlar vurmayı, “Harun gibi gelip Karun olmayı” alışkanlık, halkın adalet duygusunu yok ederek ülke yönetmeyi siyaset haline getirdiler.
Bu nedenle infaz yasasında yapılan son değişikliği anlayabilmek için bazı konulara açıklık getirmek, yüceltilen Osmanlı ile küçümsenen Cumhuriyetin hukuk sistemlerini karşılaştırmak gerek.
Hukuk, adalet, suç, ceza, infaz kavramları bireysel ve toplumsal yaşamın olmazsa olmazıdır. Hangi ekonomik, sosyal, siyasal sistem içinde olunursa olunsun hukuksuz yaşanmaz, yaşanılamaz.
Suç, yasayla yaptırıma bağlanmış eylemdir(fiil).
Ceza, yargıcın saptadığı yaptırımdır (hüküm).
İnfaz, yaptırımın (hükmün) uygulanma biçim ve yöntemidir.
Af, soruşturmanın durdurulması, kovuşturmanın (davanın) düşürülmesi, verilmiş cezanın çektirilmesinden (infazından) kısmen veya tamamen vazgeçilmesidir.
Kişiye özgü çıkarılan çekilecek cezayı indiren affa özel af, genele özgü çıkarılan ve cezayı tüm sonuçlarıyla kısmen veya tamamen kaldıran affa genel af, cezaevinde geçirilecek süreden indirim yapan affa da kısmi af denir.
Osmanlı Döneminde Ceza ve İnfaz
İslami düşünce ve kuralların geçerli olduğu teokratik İslam devletlerinde hukuk, kutsal kitaba (Kur’an), Hadis, İcma, Kıyas ve İçtihada dayandırılır ve adına Fıkıh denir. Fıkıh’ın dine ait kurallarına İbadat, aile, miras, ayni haklar, borçlar gibi özel yaşama ait kurallara Muamelat, ceza hukukuna Ukubat adı verilir.Ukubatın konusu suç̧ değil günahtır. Bazı günahlar ne kadar ağır olursa olsun kovuşturmaya tabii olmazlar, sessizce tanrıya yakarılır bağışlanma istenir. Günah ile topluma veya başkalarına zarar verilirse ve de bu konuda bir ceza öngörülmüş ise o zaman doğrudan veya şikayet üzerine kovuşturma yapılır.
Osmanlıda Şer’i hukukun yanında şer’i hukukun anlayış ve kurallarıyla çelişmeyecek biçimde padişah fermanları, Divan-ı Hümayun kararnameleri, nizamnameleri ile hukuki düzenlemeleri vardır ki buna örfi hukuk deniyor.
Osmanlıda suç ve ceza, Şer’i ve Örfi hukuk düzenlemesi ile iki yönden oluşur, Kısas, Diyet, Had, Tazir olarak gruplanır.
Kısas, canı canla, kanı kanla ödeşmedir, öldüren öldürülür, gözü çıkaranın gözü çıkarılır. Diyet, öldürüm ya da yaralamalarda kısas istenmediği taktirde kanlık (tazminat/bedel) ödemedir. Bedel hadislere bakarak saptanır. Had, kutsal kitapta belirtilen iftira, hırsızlık ve yağma suçları ile icma yoluyla konan zina, alkol kullanma, irtidat (dinden dönme) ve isyan suçlarını içerir Bu suçların cezaları da bellidir. Tazir, kutsal kitapta yer almayan örfi yolla (ferman, kararname, nizamname) konan suç ve cezaları kapsar. Zulüm suçları da ta’zir cezasını gerektiren suçlardandır. Osmanlı hukukuna göre zulüm, şeriatça ve örfçe tanınmış̧ çeşitli bid’atların (icat) kamu hizmetlileri tarafından halka ya da bir başka yöneticiye uygulanmasıdır.
Monarşiyle yönetilen devletlerin hepsinde olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı erkini kullanma yetkisi sultana (halife, emir, padişah) aittir. Ulul’emr’de denilen halife sultan yetkilerini tek başına kullanabileceği gibi Divan-ı Hümayun denilen kurullara da devredebilir. Örfî hukuk, şer’î hukuktan farklı olarak İslam hukukçularının içtihatlarıyla değil, ulul’emrin (sultan, halife, padişah) koyduğu kurallarla gelişir.
Osmanlı ceza hukukunda hafif orta derecedeki suçlar için para cezasının yansıra hapis cezası da çokça uygulanır, ağır suçlar için ise 16.yüzyıldan itibaren idam, el kol ayak kesme, kalebentlik, kürek, sürgün cezaları söz konusudur.
Tazir’de ölüm cezası yoktur, ancak halifeye, hükümdara, devlete karşı işlenen suçlarda fetva yoluyla uygun görülen siyaseten katl (ölüm) vardır. Tanzimat’a kadar temel cezalandırma biçimleri içinde zincirleme, kamçılama, kızgın demirle dağlama görülür. Ta’zir cezaları arasında yer alan hapis cezasının alt ve üst sınırı belidir.
Osmanlıda mahkemeler Anadolu ve Rumeli adıyla iki bölgeye ayrılır. Anadolu’da kadılar Anadolu, Rumeli, Kırım ve Kuzey Afrika’da olan kadılar Rumeli Kazaskerliğine bağlıdır. Tanzimat’a kadar davaların görüldüğü belirli bir mahkeme binası ve savcılık kurumu yoktur, Kadı nereyi uygun buluyorsa (cami, konak, kendi evi, hatta sokakta yürürken) orada davaya bakar, Şer’i kurallara göre yürütür. Mahkemeler için özel bir binanın ayrılmasının ne zaman olduğu net olarak bilinmemektedir. 1826’da Yeniçeri ocaklarının dağıtılmasından sonra Ağakapısı (Yeniçeri ağasının mekanı, ikametgahı) Şeyhülislamlığa devredilir. 1836 yılında Anadolu ve Rumeli kazaskerliği ile İstanbul Kadılığı buraya taşınır ve ilk adliye burada açılır. 1875’e kadar Avukatlık mevcut değildir. Eyalet, sancak ve kazalarda ancak buralarda ikamet edenler yargılanır. Padişahın izniyle yargı çevresi genişletilebilinir. Mahkeme kararları sicil defterine yazılır, taraflara birer belge verilir. 1879 da çıkartılan Mehakim-i Nizamiyenin Teşkilat Kanunu’nu ile mahkemeler yeniden yapılandırılır ve Nizamiye Mahkemeleri kurulur, Adliye Nezaretine bağlanır, ilk defa savcılık kurumu ceza yargılamasına dahil olur. Nizamiye mahkemeleri kurulduktan sonra Şer’i mahkemeler daha çok ahvali şahsiye ile ilgili davalara bakar.
Osmanlı ceza hukukunda hafif orta derecedeki suçlar için para cezasının yansıra hapis cezası da çokça uygulanır, ağır suçlar için ise XVI yüzyıldan itibaren idam, el kol ayak kesme, kalebentlik, kürek, sürgün cezaları uygulamaya girer.
Tazir’de ölüm cezası yoktur, ancak halifeye, hükümdara, devlete karşı suçlarda fetva yoluyla siyaseten katl (ölüm) vardır. Tanzimat’a kadar temel cezalandırma biçimleri içinde zincirleme, kamçılama, kızgın demirle dağlamada görülür.
Kalebentlik, hükümlüyü bir kalede tutmadır. 16. yüzyıldan Cumhuriyet’e kadar uzanan bir tedbir, cezalandırma ve korkutma aracı olarak ayaklara zincir (pranga) bağlamayı da kapsar. Kürek, ağır bir cezadır. Kürek mahkumları kaçmamaları için ayaklarından zincirlenerek (pranga) donanma gemilerinde kürek çektirme, tersanelerde çalıştırmadır. Sürgün, hükümlünün yaşadığı çevreden (şehirden, bölgeden) başka bir çevreye gönderilmesidir. İdam ise asarak yaşama son vermedir.
Ceza ve süresini Kadı belirler,şeri davalarda fıkıh kurallarını, örfi davalarda kanunnamelerde yer alan kuralları uygulayarak karar verir, bazı kararlara Divan’ı Hümayun’da itiraz yapılabilir. Kesin olarak verilen ya da itiraz üzerine verilen kesinleşen cezaların infazını merkezde Çavuşbaşı, taşrada Sübaşı (zaptiye komutanı) yerine getirir. Kadının bilgisi dışında hiçbir karar infaz edilemez.
Tanzimat dönemine kadar hapis bir ceza kurumu olarak düzenlenmemiştir, o nedenle cezada indirim öngören bir infaz sistemi yoktur. Kadı cezayı ve yükümlülüğü belirledikten sonra ceza eksiksiz çektirilir, yükümlülük yerine getirilir, cezanın bitmesi afla mahkûm serbest kalabilir.
Cezalandırmada hapis enderdir. Hükümlü ve tutukluyu hapis etmek Tanzimat’ın ilanından sonra çıkarılan 1858’de (Ceza Kanunname-i Hümayun) ile başlar. Özgürlükten yoksun bırakmanın (hapis) suç ile başa çıkmada daha etkili olduğu savıyla geleneksel cezalandırma yöntemlerine karşı çıkılır, hapishanenin disiplin ve uyum alışkanlıkları kazandırarak suçluları eğitecek yerler olduğu düşüncesi gelişir, halka açık ibret amaçlı cezalandırma yöntemi kaldırılır.
Hapishanenin insanları suçtan uzak tutmayı başarması ve ıslah etme ortamını yarattığı düşüncesiyle kimi kararlarda cezaların süreleri belirtilmez, “ıslah oluncaya kadar” kaydı düşülür.
Hapishane olarak kullanılan mekânlar çoğunlukla hapishane tanımıyla bağdaşmayan her yerdir, hastanesinden vilayet konağına kadar çoğu eski binalar kullanılır. Buralar suçlunun cezalandırmak için alelacele konulduğu harabe yerlerdir. Buralarda disiplini ya hiç yoktu ya da çok gevşektir.
19 yüzyıla kadar hükümlü tutukluların konulduğu yere ilişkin çeşitli terimler kullanılmıştur, “Mahbes” (dam) ve “zindan” bunların en bilinenleridir. Uzunca bir süre başta kaleler ve kuleler olmak üzere devlet dairelerinin bodrum katları, tersanelerin belli bölümleri, kadınlar için imamların, muhtarların ve hatta mahbeslerde görevli kadın memurların evleri ve sarayın bazı bölümleri bu işlevi görür. Bunlardan kale içlerinde, burçlarda yer alanlara, Farsça “karanlık ve kasvetli yer” anlamına gelen zindan da denir. Zindanlar Subaşı’nın denetimindedir ve buralarda tutulanların yaşam koşullarını ve uyulacak kuralları düzenleyen bir kanun ya da nizamname yoktur. Mahkumların kapatılması için kullanılan mekanların çeşitliliği verilen cezaların çeşitliliği ile ilgilidir. *1
Osmanlı hukukunda hürriyeti bağlayıcı cezalar, müebbet (ömürboyu) kürek muvakkat (süreli) kürek; müebbet ve muvakkat hapis; müebbet ve muvakkat kalabentlik; müebbet ve muvakkat sürgündür. Osmanlı’da sürgün cezası kapatmayla iç içedir. Suç işlediğine karar verilen kişi bir adada, kale surları içerisinde veya bir zindanda yaşamaya mahkum edilir. Adaya sürgün cezası cezirebent (adaya bağlama), kaleye ve zindana sürgün cezaları ise kalebent (kaleye bağlama) veya zindanbent (zindana bağlama) olarak adlandırılır. Kapatma sadece dört duvarla sınırlı olarak ele alınmaz, içerisinde normal hayatın aktığı adanın veya kale surlarının sınırlarını kapsar. Cezirebent ve kalebent cezalarında amaç, mahkum kişiyi dört duvar arasına koyup tüm insanlarla ilişkisini kesmek değil, doğup büyüdüğü veya etkin olduğu eski çevresinden koparıp, yaşam koşullarının daha zorlu ancak kişinin kontrolünün daha kolay olduğu bir ada veya kaleye göndererek etkisiz hale getirmektir.
Nezarethane(gözetimevi), tevkifhane(tutukevi) olarak kullanılan yerlerden birisi de “tomrukhane”lerdir. Adını sorgulama ve cezalandırma aleti olarak kullanılan “tomruk”tan alır. Tomrukta, suçlananların ayak bileklerinin sığabileceği delikler açılır, ayaklar bu deliklerden sokularak kilitlenir, kaçmaları önlenir. Ayrıca, yalnız başı dışarıda tutan, bütün vücudu içine alan ve “suçlananın suçu itiraf edene kadar” tutulduğu tomruklar da vardır. Tanzimat Fermanı ile tomruğa vurma işkence kapsamına alınırsa da uygulama tamamen kalkmaz, 1862’ye kadar sürer.
Hapishanelere geçiş süreci Tanzimat’ın ilanından sonra olur. II. Mahmut döneminde, 1831 yılında, mehterhane olarak kullanılan Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümü “Hapishane-i Umumi”ye ayrılır, zindan uygulaması kaldırılır. 8 Haziran 1844 tarihinde Zaptiye, 1845’te Polis teşkilatı ve 1846’da Zaptiye Müşirliği (Jandarma Komutanlığı) kurulur, Zaptiye ve Polis teşkilatları bu komutanlığa bağlanır.
1858 tarihli (Ceza Kanunname-i Hümayun) adlı ceza kanununu ile büyük oranda Batılı ceza hukuk uygulamasına geçilir.1859 yılında çıkartılan Muhakemat Nizamnamesi ile hapishanelere ilişkin bazı düzenlemeler yapılır. 1870’te Sultanahmet’te ilk hapishane açılır, bölgelere yeni hapishane yapımına başlanır. Sınırlı bütçe nedeniyle hapishaneler genellikle iki katlı ve kargir (taş ve tuğladan yapılmış) yapılardır, donanımlarında büyük eksiklikler vardır. Düzenli ısıtma sistemi yoktur, düzenli iaşe verilemez, koğuş kapasitelerinin darlığına karşın çok insan tıkılır, temizliğin yetersizliğinden salgın hastalıklar baş gösterir.
6 Nisan 1876 tarihinde Gardiyanlar Talimatı çıkar. 21 Mayıs 1880 ‘de hapishaneler için ilk temel belge olan “Tevkifhane ve Hapishanelerin İdare-i Dahiliyelerine Dair Nizamname” yürürlüğe girer.
Batılılaşma isteği ve modernleşme çabalarıyla cezaevi konusunda çeşitli düzenlemeler yapılmasına karşın, gereksinimi karşılıyamaz, mali sıkıntılar nedeniyle istenilen yenilikler gerçekleştirilemez, düzenlemelerin çoğu tasarıdan öteye gidemez, yarım kalır. Ancak yapılan çalışmalar, çıkarılan nizamnameler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza ve infaz sisteminin oluşmasına ışık tutar.
Osmanlı’da meşrutiyetin ilanına kadar bir infaz sistemi yoktur. Af ise padişahın iradesine (buyruğuna) bağlıdır. II. Meşruiyetin ilanından sonra 8 Ağustos 1909’da Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesinde yapılan değişiklikle padişahın genel af çıkarması Osmanlı Meclis-i Umumi’sinin uygun bulmasına bağlanır.
1912-1913 yıllarında yaşanan Balkan Savaşları sonrasında, gelişmiş Avrupa ülkeleri İngiltere, Fransa, Rusya kendi aralarında gizlice anlaşarak, “Hasta Adam” dedikleri Osmanlıyı dağıtmaya karar verir. Bir yanda İtilaf devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya) bir yanda İttifak devletleri (Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan) hızla silahlanmaya başlar. İtilaf devletlerinin arasındaki gizli anlaşmadan haberi olmayan İttihat ve Terakki yönetimi, ufukta görünen dünya savaşının dışında Osmanlının kalmayacağını saptayarak ittifak arayışına yönelir, önce İngiltere’ye sonra Fransa’ya daha sonra da Rusya’ya öneride bulunur. Bu ülkelerin ittifak önerisini kabul etmemesi üzerine, yardım sözü veren Almanya ile gizli bir savunma anlaşması imzalamak zorunda kalır. Daha sonrada benzer anlaşmayı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile yapar. Avusturya-Macaristan veliahdının Saraybosna’da öldürülmesi üzerine başlayan dünya savaşına katılmanın ülkenin aleyhine olacağını düşünülerek “silahlı tarafsızlık” ilan ederler.
Almanya, 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş açar. Osmanlı yönetimi 2 Ağustos’ta Almanya’nın yanında yer aldığını açıklar. İtilaf devletleri filosu önünden kaçan Alman Goben ve Breslav adlı gemileri 16 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Marmara Denizi’ne girer, Çanakkale limanına demir atar. İtilaf devletleri bu durumu protesto eder. Osmanlı yönetimi bu gemileri satın aldığını ilan eder, Goben’e Yavuz, Breslav’a Midilli adını verir. Gemilerin komutanı Amiral Sauchon’u (Soşon) Osmanlı Donanması Birinci Komutanlığına atar. İtalya saf değiştirerek itilaf devletleri yanında yer alır.
Amiral Sauchon (Soşon), 29 Ekim 1914 tarihinde tatbikat yapacağız diyerek Yavuz ve Midilli’nin arasında bulunduğu 10 gemiyle Karadeniz’e çıkar, Rusya’nın Odesa, Sivastopol ve Novraski limanlarını topa tutar. Rusya’da 1 Kasım’da Osmanlı’ya savaş açarak Doğu Anadolu’ya saldırır. Osmanlı 11 Kasım’da Rusya, Fransa ve İngiltere’ye savaş açarak Almanya yanında savaşa katılır.
Tarımı ilkel, ekonomisi zayıf, sanayisi yetersiz, ahalisi yoksul ve eğitimsiz Osmanlı, araç gereç mühimmattan yoksun ordusuyla Kafkas Cephesi’nde Ruslarla; Sina ve Filistin, Irak Cephesinde İngilizlerle; Hicaz-Yemen Cephesi’nde isyancı Arap ve İngilizlerle; Çanakkale Cephesinde İngiliz ve Fransızlarla; İran Cephesi’nde Rus ve İngilizlerle; Galiçya Cephesi’nde Avusturya- Macaristan’la beraber Ruslarla; Balkan Cephesi’nde Avusturya ve Bulgarlarla beraber İngiliz, Fransız ve Sırplarla savaşır. Çanakkale’de destan yazar, Kut ül Amare’de İngiliz askerlerini tutsak alır, Kanal ve Sarıkamış harekatlarında ağır kayıplar verir. Arabistan’ı Irak’ı İngilizlere, Suriye’yi Fransızlara bırakarak Anadolu’ya çekilmek zorunda kalır.
1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler, 6-7 Kasım’da Çarlık tarafından yapılan gizli antlaşmaları açıklar. İtilaf devletlerinin Osmanlı’yı parçalama ve paylaşma konusundaki gizli anlaşmalarını açığa çıkarır, Rusya’yı savaştan çeker, işgal ettikleri yerleri Kars, Ardahan, Doğu Bayazıt’ı boşaltır.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalanır. İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar, Anadolu’yu işgal ederek paylaşmaya, Doğu Karadeniz’de Rum, Doğuda Anadolu’da Ermeni, Güney Anadolu’da Kürt bölgeleri oluşturmaya başlarlar.
İttihat ve Terakki’nin kurduğu Teşkilatı Mahsusa, işgale karşı yerel direnişleri başlatır, reddi ilhak ve müdafaa-ı hukuk cemiyetleriyle Anadolu’ya yayar. Direniş, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkması, Erzurum, Sivas kongrelerinin yapılmasıyla milli mücadeleye, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla da kurtuluş savaşına dönüşür.
Milli Mücadele Döneminde Ceza ve İnfaz
Heyet-i Temsiliye’nin Anadolu’da illerden seçtirdiği mebuslar ile Osmanlı Meclis-i Mebusan’nın kapatılmasıyla Anadolu’ya geçen mebusların katılımıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılır, 1 Nolu kararıyla bu durum saptanır. 2.5.1920 tarih 3 Nolu Kanunla 11 vekilli İcra Vekilleri Heyeti (Hükümet) kurulur, vekillerin (bakanların) meclis üye çoğunluğu tarafından seçileceği kabul edilir. 20.01.1921 tarih ve 85 Nolu Kanunla, bir özel 23 genel maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (Anayasa) yürürlüğe konur, Kanun-i Esasi’nin Teşkilat-ı Esasi’ye aykırı olmayan hükümleri yürürlüğünü sürdüreceği benimsenir.
16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un resmen işgali üzerine Ankara hükümeti, ülke içinde otoriteyi ele almak ve güvenliği sağlamak için 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyânet-i Vataniyye Kanunu’nu Meclise sunar. 14 maddeden oluşan kanun, “saltanat ve hilâfet makamı ile ülkeyi düşman istilâsından kurtarmak” üzere kurulmuş bulunan Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine karşı her türlü sözlü, yazılı ve fiilî tavır almayı ve halkı isyana teşvik etmeyi vatana ihanet sayar. Bu suçları işleyenlerin idamla cezalandırılacağını, davaların azami yirmi gün içinde karara bağlanacağını ve cezaların meclisin onayından sonra infaz edileceğini duyurur. Meclis, 19 Mayıs’ 1920’de İstanbul hükümetinin sadrazamı Damat Ferit’i vatandaşlıktan çıkarır, vatan haini ilân eder.
Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra İngilizler‘in teşvikiyle Safranbolu’da olay çıkaranlar, Aznavur, Düzce ve Yozgat ayaklanmalarına katılanlar ile Kuvayı İnzibâtiyye’de yer alan 200 kişi yargılanır. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun dört aylık uygulamasından beklenen sonuç alınamaz. “Bidayet mahkemesi” adı verilen normal mahkemelerin kararlarının onayı için meclis komisyonlarında sıra beklemesi, kanunun caydırıcı gücünü ortadan kaldırır. Asker kaçaklarının oluşturduğu çeteler her geçen gün daha tehlikeli olur.
Asker kaçaklarına cephe gerisinde hayat hakkı tanımayacak etkili bir gücün varlığına ihtiyaç duyulur. Bu amaçla daha hızlı çalışan, çabuk karar verecek, kararı hemen uygulayacak mahkemelere ihtiyaç zorunlu olur. 11 Eylül 1920’de Asker Kaçakları (Firariler) Hakkında Kanun kabul edilir. Dokuz maddeden oluşan kanunun 1. maddesinde, askerden kaçanlarla onlara yardım ve yataklık edenleri yargılamak üzere Büyük Millet Meclisi üyelerinden oluşacak İstiklâl Mahkemelerinin kurulacağı belirtilir.*2
Kanuna göre mahkeme Meclisçe seçilecek üç üyeden oluşacaktır. Mahkemelerin nerede ve hangi sayıda kurulacağına hükümetin teklifi üzerine Meclis karar verecek, kararları kesin olacak ve cezaların infazı ile ilgili bütün devlet güçleri görevli sayılacaktır. Mahkemelerin emir ve kararlarına uymayanlar veya infazda tereddüt gösterenler aynı mahkemelerde yargılanarak gerekli cezalara çarptırılacaktır. İstiklâl mahkemeleri, haklarında soruşturma açılan asker kaçaklarının kıtalarına dönmeleri için belli bir süre tanıyacaktır.
Yasaya tepkiler olsa da Hükümet, on dört bölgede İstiklâl mahkemesi kurulmasını isteyen teklifini 18 Eylül 1920’de Meclise sunar. Görüşmeler sırasında zihinlerde oluşan karışıklığı gidermek için ek bir madde önerilir. 26 Eylül 1920 tarih ve 28 sayılı İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun Birinci Maddesine, asker kaçaklarıyla birlikte Hıyânet-i Vataniyye Kanunu kapsamına giren suçlar ile askerî ve siyasî casusluk suçlarına da İstiklâl mahkemelerinin bakması eklenir. Hükümetin teklifi doğrultusunda Eskişehir, Isparta, Konya, Sivas, Kastamonu, Pozantı, Diyarbakır ve Ankara’da İstiklâl mahkemeleri kurulması kararlaştırılır, kış yüzünden Diyarbekir İstiklâl Mahkemesi görevine başlayamaz, kapanır.
7 Ekim 1920’den göreve başlayan İstiklâl Mahkemeleri, 17 Şubat 1921’e kadar çalışır, yalnız Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin görevi 31 Temmuz 1922’ye kadar sürer. Çorum, Yozgat ve Kırşehir bölgelerini de içine alan ve daha çok siyasî ağırlıklı davalara bakan Ankara İstiklâl Mahkemesi, Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı, Sevr Antlaşması’nı imzalayan Rıza Tevfik, Reşat Hâlis ve Hâdi beyleri vatana ihanet suçundan yokluklarında (gıyaben) idama mahkûm eder. Çerkez Ethem, Gizli Komünist Partisi ve Yeşil Ordu Cemiyeti, İngiliz casusu Hintli Mustafa Sagīr’le ilgili davalara bakar.
Ankara dışındaki İstiklâl mahkemelerinin kapatılmasından sonra askerden firar, casusluk ve soygunculuk faaliyetlerinin yeniden artış gösterir. Meclis, Temmuz 1921’de Kastamonu, Samsun ve Konya’da yeni üç İstiklâl Mahkemesi kurar.
Büyük Millet Meclisi, 5 Ağustos 1921 tarih ve 144 sayılı kanunla üstünde (uhdesinde) bulunan başkumandanlık yetkisini Mustafa Kemal Paşa’ya devredince, İstiklâl mahkemeleri de başkumandana bağlanır. 8 Eylül 1921’de kurulan Yozgat İstiklâl Mahkemesi üyeleri ile diğer mahkemelerin boşalan üyeliklerine Mustafa Kemal Paşa atama yapar. İstiklâl mahkemelerinin Tekâlifi-i Milliyye” emirlerinin uygulamasından doğan davalara bakması, geniş yetkilerle meclis denetimi olmaksızın faaliyet sürdürmesi, muhalefetin ve bazı cephe kumandanlarının tepkisini çeker.
Meclis, 20 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlık yetkilerini süresiz uzatırken, meclis yetkilerini kullanmasın iptal eder, İstiklâl Mahkemelerinin faaliyetlerine son verir. İstiklâl mahkemelerinin kuruluş, görev ve yetkilerini yeniden belirleyen 31 Temmuz 1922 tarih ve 249 sayılı, İstiklâl Mehâkimi Kanunu’nu kabul eder. On altı maddeden oluşan yeni kanuna göre, hükümetin teklifi ve meclisin onayı ile kurulacak İstiklâl Mahkemeleri bir başkan iki üye ve bir savcıdan oluşacaktır. Mahkemelerin verecekleri cezalar Meclisin onayından sonra infaz edilecektir.
İstiklâl Mehâkimi Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra Pontusçuluk hareketinin meydana getirdiği durumu ortadan kaldırmak için 16 Ağustos 1922’de Samsun’u da içine alan Amasya İstiklâl Mahkemesi kurulur, bir ay kadar faaliyette bulunur, savaşın sona ermesiyle görevi biter.
Yunan işgalinden kurtarılan Eskişehir, Bursa ve İzmir’de birer İstiklâl mahkemesi kurulması girişimi olursa da vazgeçilir. Diyarbekir, Siirt, Bitlis, Elaziz, Van, Malatya, Maraş, Antep, Hakkâri bölgelerini içine alan Cezîre İstiklâl Mahkemesi 9 Mart 1923’ten 11 Mayıs 1923’e kadar görev yapar. Urfa’da yargıladığı 131 asker kaçağını idama mahkûm ederse de suçun tekrarlanmaması koşuluyla infazlarını erteleyerek birliklerine gönderir.
1 Ekim 1920’den 11 Mayıs 1923’e kadar faaliyet gösteren İstiklâl mahkemeleri, 3919 kişiyi idama mahkûm eder. Bunların 243’ü gıyaben, 2627’si de ertelenerek (müeccelen-suç tekrar edilirse uygulanmak koşuluyla) verilmiş idam cezalarıdır. Cezaları infaz edilenler ise 1049 kişidir. Bazı mahkemelere ait listelerin eksik oluşu nedeniyle gıyabî idam hükümlerinin daha fazla olduğu, koşullu (müeccelen) idam kararlarının 5000’in üzerinde, infaz edilen idam hükümlerinin de 1450-1500 civarında olduğu tahmin edilir. Kalebend ve kürek cezası verilenlerin toplamı 1786, diğer cezalara çarptırılanların sayısı 41.678’dir. 11.744 kişi de beraat eder.
İster Kanun-i Esasi’ye isterse Teşkilat-ı Esasi’ye dayanarak çıkarılmış olsun Büyük Millet Meclisi, zaman zaman özel ve genel af çıkarır, yetkiyi Teşkilat-ı Esasiye kanununun 7. Maddesinde yer alan “…umum Kavannin vaazı, tadili, feshi… Büyük Millet Meclisi’ne aittir.” hükmüne dayandırır. Özel af yetkisini kullanmada oldukça cömerttir, iyi halli görülen asker kaçaklarına ve savaşta yararlılık gösterenlere, hastalıklı suçlu ve hükümlülere özel af sık sık çıkarılır. Kabul edilen özel afların pek çoğu, milletvekillerinin ısrarı, kişisel güvenceleri, feodal bağlantıları kaynaklıdır. Örneğin, Hıyaneti Vataniye Kanunu gereğince üç yıla mahkûm olan Dersim Mebusu Mustafa Ağa’nın kardeşi Zeynozade Alibeyoğlu Bego Ağa, 80 mebusun ısrarı ve önerisiyle çıkarılan 154 sayılı kanunla af edilir. Konya İstiklal Mahkemesi’nin rüşvet suçundan mahkûm ettiği Konya eşrafından Başaralı Mustafa Efendi’de, 9 Mayıs 1921’de Hükûmet darbesi düzenlemekten Ankara İstiklal Mahkemesinde mahkûm edilen Halk İştirakiyun Fırkası üyesi Nazım Resmor (Dâhiliye Eski Vekili ve Tokat Mebusu), Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti eski memurlarından Ziynetullah Nuşirevan, Emek Gazetesikadrosundan Abdulkadir, Baytar Binbaşı Salih Hacıoğlu ve suçlanan dört kişi de aynı şekilde, 29.09.1921 tarihli ve 155 sayılı kanunla af olurlar. Bu affın çıkmasında, Sakarya Savaşı’nın zaferle bitmesinin Meclisin gücünü̈n artırmasının da etkisi vardır. *3
TBMM, Millî Mücadele sürecinde uygun gördüğü kişileri özel af yoluyla bırakırken, genel af çıkarılması istemlerini, önemli bir durum olmadığı, gereken kişilerin Meclis tarafından özel olarak affedildiklerini belirterek karşı çıkar. Mahkûmların af beklentisi içinde olmamaları için af çıkarılmayacağına ilişkin Mayıs 1920 tarihli meclis kararı alınır, ancak 23 Nisan 1920 ile 16 Nisan 1923 tarihîleri arasında çok sayıda özel af yanında kısmi içerikli genel af çıkarmak zorunda kalınılır.
Döneme uygun ilk genel kısmi af, 5 Aralık 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması’nın 5. Maddesi gereğince çıkarılır. Af tasarısı Mecliste görüşülürken, “genel” kavramı ile şahsi hukuka ait suçları kapsayıp kapsamadığı konusunda tartışma çıkar, “hukuku şahsiyeyi Allah affetmiyor, değil ki, biz affedeceğiz”, “hukuku şahsiyeyi affetmek, hiçbir vakit Hükûmet’in salahiyetinde değildir. Af bir hak mukabilinde olur. Bir kimse kendi hakkını affedebilir. Kendi hakkı meyanında dâhil olmayan hakkı ne Hükûmet ne efrat, hiçbir suretle affedemez” denilerek yetki tartışması çıkarılır.
Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in; “bu affın adli bir uygulama olmadığı, siyasi bir içerik taşıdığı, bu nedenle de çeşitli sonuçlar doğuracağının göz önünde tutulması gerektiğini” ifade etmesiyle af kabul edilir.
Mustafa Kemal Paşa, Adana’nın Fransızlardan alınması ve çıkarılan af üzerine Adanalılara yayınladığı bir beyannamede, “Fransızların bölgedeki işgalleri döneminde yıllarca Osmanlı Devletine büyük bir sadakatle bağlanmış ve hatta millet-i sadıka olarak anılmış olan Ermenilerin, çeşitli tahrikler neticesinde bazı yıkıcı hareketlere giriştikleri ve bu tür durumların aile fertleri arasında da yaşanabileceğini, yanlış anlamaların daha fazla sürüp gitmemesi ve unutulması için affın çıkarıldığını”anlatır.
Bu sözlerle, geçmiş kinlerin unutularak, barışın korunması için Meclisin büyük bir merhamet örneği göstererek af yetkisini kullandığı, sert tedbirler yanında bağışlayıcı özelliklerinin olduğu anlatılır.
Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra Meclis’e çok sayıda af önerisi sunulur. Bu önerilerin, Başkomutanlık Savaşı öncesi gündeme gelmesi, orduya asker temini için aftan yararlanma düşüncesini doğurur, cezadan çok affın etkili olduğu düşüncesiyle, insan kaybetmek değil millî dava için insan kazanmak gerektiği ileri sürülür, af kanununun tereddütsüz kabulü istenir.
İstiklal Mahkemelerinin çok geniş yetkilere sahip olduğunu, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda geçen “memleketin kuva-yı maddiye ve maneviyesini tenkise say edenler (eksitmeye çalışanlar) ” tanımlamasının geniş yorumlandığını, her türlü̈ rüşvet, ihtilas ve irtikap ve suiistimal suçlarının bu kavram altında değerlendirildiğini, özellikle hükümlülerin hangi suçlardan mahkûm edildiğinin net olmadığını, İstiklal Mahkemelerinin sadece siyasi suçlara bakmadığını, Tekalif-i Milliye gereği yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin de hıyaneti vataniye suçundan mahkûm edildiğini, bu nedenle bu gibi kişilerin af kapsamına alınmasında ısrar edilir.
Karahisarı Şark-i (Şebinkarahisar) mebusu Ali Sururi Efendi, Yunan taarruzu bütün şiddetiyle devam ederken böylesine geniş kapsamlı bir affın zamanı olmadığını, İstiklal Mahkemeleri hâlen faaliyeteyken, dün mahkûm edilen bir şahsın, bugün serbest bırakılmasının, mahkemelerin manevi haysiyetine zarar vereceğini, bu affı genel bir af yapmak için öncelikle İstiklal Mahkemelerinin yürürlükten kaldırılması gerektiğini ileri sürer, “af tuz gibidir fazla verirseniz zehir olur.” diyerek geniş kapsamlı bir affa karşı çıkar. Benzer eleştirilerin artması üzerine birtakım sınırlamalar getirilerek, “Hıyaneti Vataniye Mücrimlerinden Bir Kısmının Affı” adlı kanun 19 Aralık 1921 tarihinde, 162 kişinin katılımıyla, 106 kabul, 36 ret ve 20 çekimser oy ile kabul edilir.
Böylece vatana ihanet suçundan dolayı İstiklal Mahkemeleriyle Nizamiye Mahkemeleri ve divanı harpler tarafından idama mahkûm edilen kişilerle, ömür boyu ceza verilen kişilerin cezalarında indirime gidilir, başka suçlardan mahkûm olanlar ile ellerinde evrakı bulunan sanıklar affedilir.
Af kanunu kapsamı dışında bırakılan suçlar ise vatanın bir parçasını bölmeye ya da yabancı bir devletin sınırlarına katmaya çalışanlar, casusluk edenler, hâlen işgal devletleri ile yabancı memleketlerde bulunanlar, ihtilas ve rüşvet suçunu işleyenler, devletin maddi ve manevi kuvvetlerini kötüye kullananlar affın dışında bırakılır.
Bu af yasasının kabulünün üzerinde fazla bir zaman geçmeden, cezalarının üçte ikisini çekmiş olanların geri kalan cezalarının affı için 5 Ocak 1922 tarihinde Meclis görüşmeleri başlar. Vatana ihanet suçlarının bir kısmının affedilmesinden sonra birçok Milletvekili geniş kapsamlı bir af kanununun çıkarılmamış olduğu gerekçesiyle, Büyük Millet Meclisine birbirine yakın içerikleri olan çeşitli af teklifleri sunar. Bu tekliflerin ortak noktaları; Millî Mücadelede kazanılan zaferlerin sonucu olarak, mahkum olmuşların aldatılmış ve kandırılmış olarak niteledirilerek bir lütuf, atıfet olarak affedilmeleri istemidir.
Kanun tekliflerinin gerekçelerinde, çoğunlukla, imzalanan barış antlaşmaları ve kazanılan zaferlerin halkın üzerinde yarattığı olumlu etki ile pişmanlık duyanların Millî mücadele tarafına kazandırılmaları ön plana çıkmakla beraber, hapishanelerde “binlerce” mahkûmun bulunmasının memleketin bu kadar insan gücüne ihtiyacı olduğu bir sırada, işe yaramaları ve ıslah olabilmeleri için af teklifinin yapılmasıdır. Cezaevlerinde 10-15 bin civarında mahkûm olduğuna dair açıklamalarda gerekçeyi kuvvetlendirir, af cezaevi mevcudunun azaltılması konusunda başvurulan bir uygulama olduğu gerçeği vurgulanır. Tekliflerde göze çarpan bir diğer ortak noktada “ırza saldırı suçlarının” af kapsamı dışında bırakılmasıdır.
Meclisin genelinde oluşan af çıkarma isteğine Hükûmet de kayıtsız kalmaz, benzer gerekçelere iki ayrı tasarı hazırlayarak Meclis’e sunar. 7 Ocak 1922 tarihinde cezalarının üçte ikisini çekmiş olanların kalan cezalarını affeden, “Sülüsanı Müddeti Cezaiyelerini İkmal Eden Mahkûminin Affı Kanunu” kabul edilir.
Çıkarılan af kanunu, erteleme ve ceza indirimi uygulamalarını da içinde bulundurur. Kanunun birinci maddesiyle “ırza geçmek suçundan mahkûm olanlar” hariç, cezalarının üçte ikisini çekmiş olan mahkûmların kalan ceza süreleri affedilir. Haklarında tahkikat ve takibat olup da dava dosyaları elde bulunmayan bütün küçük kabahat işleyenlerin dosyaları, cinayetten sanık olanların davaları imkân dâhilinde yenilenmek üzere ertelenir.
Kanunun üçüncü maddesi ise işgal altındaki bölgelerde mahkûm olup da infazları yapılamayanların, işgal dolayısıyla merkeze gönderilip esas dosyaları elde bulunmayan kişilerin, “ırza geçme” suçundan mahkûm olanlar hariç gerisinin cezalarının yarısı affedilmiştir. Bu şekilde arka arkaya çıkarılan iki kısmi içerikli genel af pek çok mahkûm serbest bırakırken, Yunan kuvvetlerine karşı girişilecek taarruz öncesinde, halkla TBMM arasında kurulan güven bağlarını güçlendirir.
Dağıtılarak silahlarına el konulan Türk Ordusu, Büyük Millet Meclisi Orduları adıyla yapılanarak düzensizliğe son verip derlenir toparlanır, işbirlikçi iç düşman ezer, büyük taarruz ile İngiliz destekli dış düşmanı İzmir’e sürer denize döker. 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Mütarekesi (Ateşkesi) ile silahlar susar.
TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırır, 20 Kasım 1922’de başlayan 4.Şubat 1923’te kesintiye uğrayan, 23 Nisan 1923’te yeniden başlayarak 17 Temmuz 1923’e kadar süren, ABD’nin izleyici olduğu uzun ve çetin tartışmalar sonunda Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Sovyetler, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Belçika, Portekiz ve Japonya tarafından imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’yla savaş bitirilir; yıkılmış, yakılmış Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden yeni bir Türkiye devleti doğar, 29 Ekim 1923’te cumhuriyeti ilan ederek tarihteki saygın yerini alır.
Cumhuriyet Dönemi Ceza ve İnfaz
Cumhuriyetin kurucuları, ilan edilmeden önce TBMM’si kararlarıyla cumhuriyetin alt yapısını oluşturmaya başlar. 30 Ekim 1922 tarihli ve 307 sayılı kararla Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulduğunu, Hükümet’in oluştuğunu; 1 Kasım 1922 tarih 308 sayılı kararla Saltanatın kaldırıldığını, egemenliğin Millete, millet adına temsilinin TBMM’ne ait olduğunu karara bağlar.
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanır, 9 Eylül 1923’te Anadolu ve Rumeli Müdaafayı Hukuk Cemiyeti Halk Fırkası’na dönüşür, 13 Ekim 1923’te Ankara başkent ilan edilir. 29 Ekim 1923’tarih ve 364 sayılı Kanunla Teşkilat-ı Esasiye’de değişiklik yapılır, Hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu, Meclisin Reisicumhur seçeceği, Resicumhurun Meclis üyeleri arasından Başvekil atayacağı, Başvekilin seçeceği vekillerden oluşan Hükümetin Reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine (onayına) sunulacağı kabul edilir.
30 Nolu kararla Reisicumhur seçimine geçilir, 158 vekilin katıldığı oylamada, oybirliği ile Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olur. Cumhuriyetin ilanı gece yarısı ülkenin şehirlerinde atılan 101 pare topla halka ve dünyaya duyurulur.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet Paşa’yı hükümeti kurmakla görevlendirir. 1 Kasım’da Ali Fethi Bey Meclis başkanlığına seçilir. İsmet Paşa ’nın kurduğu Hükümet Meclisin tasvibine (onayına) sunulur, güven alarak çalışmalarına başlar.
Hükümetin önünde Osmanlı’dan kalma üretim, eğitim, sağlık, hukuk, güvenlik gibi devasa sorunlar vardır. Binlerce yıl despotik hanedanlar yönetiminde, İslam’ın katı kuralları içinde tebaa kültürüyle gelenek ve göreneklerine göre yaşamış bir halkı ayağa kaldırmak, çağa uygun duruma getirmek kolay değildir. Bu değişim ve dönüşümü bir plan dahilinde, zamana yayarak, halkı aydınlatıp ikna ederek yapmak zorunluluğu vardır. Bunları yaparken açık gizli direnişlerle karşılaşılacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle hızlı, titiz önlemleri alınmaya başlanır.
İç huzuru sağlamak için ilk iş olarak 29 Ekim 1923’e kadar işlenmiş suçlarla ilgi 26 Aralık 1923 tarih ve 391 sayılı genel af çıkartılır, 29 Ekim 1923 tarihine kadar işlenmiş suçlara verilen cezaların yarısı affedilir. Kaçak olanların aftan yararlanmak için üç ay içinde teslim olmaları istenir. Bu affın çıkmasından üç ay sonra yasaya eklenen bir maddeyle kürek veya sürgün cezalarında da indirime gidilir. 3 Mart 1924’te Halifelik, Şerriye ve Evkaf ile Erkan-ı Harbiye vekâletleri kaldırılır, Tevhidi Tedrisat (öğrenim birliği) Kanunu kabul edilir ve tüm eğitim kurumları Milli Eğitime bağlanır.
20.04. 1924 tarih ve 491 sayılı kanununla, Meclis hükümet sisteminden parlamenter sisteme geçişi kolaylaştıran 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) kabul edilir, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye yürürlükten kaldırılır.
17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur. 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanı başlar. 2 Mart’ta sıkıyönetim ilan edilir, 4 Mart’ta Takrir-i Sükûn Kanun’u kabul edilir, 14 Mayıs’ta Şark İstiklal Mahkemesi faaliyete geçer. 28 Haziran’da yakalanıp yargılanan Şeyh Sait ve 28 isyancıyı İstiklal Mahkemesi idama çarptırır, 29 Haziran’da cezaları asılarak infaz edilir.
25 Kasım 1925’te Şapka Kanun’u, 30 Kasım’da Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması, Tarikatların yasaklanması yürürlüğe girer.
Bu yenileşmelere karşı çıkanlar ve bunları kışkırtanlar İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır, Aralık 1925 ile Şubat 1926 arasında 57 kişi idama mahkum edilerek asılır.
1 Temmuz 1926 tarihinde 765 sayılı Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girer. 11 Eylül 1920’de kurulmasına karar verilen 18 Eylül 1920’de kurulan, 26 Eylül 1920’de faaliyete başlayan, görevi bitince faaliyeti durdurulan, ihtiyaç duyuldukça yeniden faaliyete geçirilen, 7 Mart 1927’de faaliyetine son verilen İstiklal Mahkemelerinin, asker kaçaklarını, isyancıları, casusluk, bozgunculuk, soygunculuk yapanları, görevini kötüye kullananları yargılayan birer devrim mahkemeleri olduğu, Büyük Millet Meclisi’nin otoritesini sağladığı, Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girmesiyle, Osmanlı’dan kalma kalebent kürek gibi cezaların tarihe karıştığı kabul edilir.
Takrîr-i Sükûn Kanunu 4 Mart 1929 tarihinde, İstiklâl Mehâkimi Kanunu ve ekleri de 4 Mayıs 1949’da yürürlükten kaldırılır.
1 Haziran 1929 tarihinde hapishanelerin idaresi, İçişleri Bakanlığı’ndan alınarak Adalet Bakanlığı’na verilir. 21 Haziran 1930 tarihinde Hapishaneler ve Tevkifhanelerin İdaresi Hakkında Kanun yürürlüğe girer. Kanunun 1. Maddesinde, “Türkiye’de her mahkeme bulunan yerde hapishane ve tevkifhane bulunacağı”, hapishanelerde iş yurtlarının olacağı belirtilir. 1933 yılında “asri hapishaneler” inşa edilmesini istenir. İtalya’dan uzmanlar getirtilir, ülkenin dört bir yanında yeni hapishane inşasına başlanır.
Cumhuriyetin ilanının 10’uncu yılı nedeniyle 26 Ekim 1933 tarihinde yeni bir genel af çıkarılır. 5 yılı geçmeyen hürriyeti bağlayıcı ceza istemlerinde takibat (soruşturma) yapılmaması, 3 yılı geçen cezaların affı, değişik suçlarda belli oranlarda ceza indirimi yapılır.
30 Haziran 1934’te çıkarılan kanunla, icra takip işlemlerinden alınacak belirli oranlardaki harç ile mahpuslardan alınacak yiyecek bedellerinin hapishane ve mahkeme inşaatında kullanılması kabul edilir. Günümüzde de cezaevi harcı adıyla bu uygulama sürdürülür. 8 Ocak 1936’da, Tunceli’de nüfus kütüklerine kaydolmamış olanlar ile asker kaçakları hakkında af çıkartılır.
6 Haziran 1938 tarihinde 3408 sayılı Kanun ile Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü kurulur. 31 Temmuz 1941 tarihinde Ceza ve Tevkifevleri Nizamnamesi yürürlüğe girer.
Nizamname ‘ye göre her mahkeme bulunan yerde bir “ceza ve tevkif evi” ve Adalet Bakanlığı’nca belirlenen yerlerde ise “mıntıka cezaevleri” ile “çocuk ceza ve ıslahevleri” bulunacağı, tutuklananlar tutukevlerinde, hafif hapis ile 3 yılı geçmeyen hapis cezası mahkemeye bağlı cezaevlerinde, daha ağır mahkumiyeti bulunanlar mıntıka (bölge) cezaevlerinde tutulacaktır. Kadınlar ve suçu işledikleri sırada 15 yaşını bitirmiş kişiler cezalarını “mahsus cezaevlerinde” veya hapishanelerin “hususi kısımlarında”; suçu işledikleri sırada 11-15 yaş aralığında olanlarla infaz başladığı sırada 18 yaşını bitirmemiş olanlar ise cezalarını ıslahevlerinde çekecektir. Ayrıca nizamnamede cezaevi idaresi personelin görev ve yetkileri, tutuklu ve hükümlülerin hapishane süreçleri, dış dünyaya ile ilişkileri, çalıştırılmaları, okutulmaları, disiplin işlemleri de düzenlenir.
29 Haziran 1938’de Cumhuriyetin 15 yılı nedeniyle çıkarılan afla, 28 Mayıs 1927’de milli mücadeleye karşı çıkan, aleyhine çalışan, Sevr Antlaşmasını imzalayan, İstanbul hükümetinde ve Hilafet ordusunda yer alan, Çerkez Ethem ve kardeşleriyle birlikte milli mücadele güçlerine silah kullanan, yurtdışına kaçan, düşman işbirlikçisi olarak ilan edilen 150 kişinin ülkeye dönüşü serbest bırakılır. Çoğunluğu aftan yararlanıp döner, Çerkez Ethem ve bazıları dönmez.
Devlet, özellikle 1930-1950 yılları arasında mahpusları işgücü açığını kapatmak için kullanır. II. Dünya Savaşı sırasında yetişkin erkeklerin askere çağrılması işgücü açığını büyütür, mahpuslardan yararlanılma yoluna gidilir. Erkek mahpuslar Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarımda, Zonguldak ve Tunçbilek’te kömürde, Soma ve Değirmisaz’da linyitte, Keçiborlu’da kükürtte, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük demir ve çelik işletmesinde, kadınlar ise Kayseri’de Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgahlarında iş görür.
İş esasına dayalı hapishaneler öylesine karlı görülür ki bölgelerine giden milletvekilleri Ankara’ya yeni hapishane talepleri ile gelir. Bu dönemde binlerce mahpus zorunlu çalışma gereği madenlerde, tarım alanlarında, fabrika tezgahlarında çalıştırılır. Mahpusların zorla çalıştırılması uygulanması, 1950 yılında çıkarılan genel afla fiilen sona erer.
Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs 1960 tarihinde, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş siyasi iktidarı” devirerek yönetime el koyar. İlk iş olarak devrik iktidarca tutuklanan subay, öğrenci ve basın mensuplarını serbest bırakır. 12 Haziran 1960 tarih ve 1 Nolu, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanunla”, millet adına hâkimiyeti kullanma yetkisini Milli Birlik Komitesi’nin üslendiğini, yasama yetkisini MBK, yürütme görevini Devlet Başkanınca tayin ve Komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulunca, yargı yetkisinin bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılacağı ilan edilir.
MBK, 26 Ekim 1960 tarihinde geniş kapsamlı genel bir af yasası çıkarır, 5 yıla kadar bütün hürriyeti bağlayıcı cezaları af eder, 5 yıldan fazla olan cezaların üçte biri indirir, “devlet aleyhine işlenen suçlar ile ırza ve Atatürk’e karşı işlenen suçları af kapsamı dışında” bırakır. 18 Ekim 1960’da genel affa ek bir af çıkarılır, 15 bin kişi yararlanır.
Türk tarihinin gördüğü, hukuk devletinin, kuvvetler ayrılığını esas alındığı, iki meclisli (senato ve millet) en devrimci, en ilerici, en demokratik, en çağdaş, insan haklarına dayalı laik 1961 Anayasa’sı, halkoyuna sunulur, kabul edilir, 9.7.1961 kabul tarih ve 334 sayılı kanunla yürürlüğe konulur. Anayasanın yürürlüğe girmesinde sonra, yeni partiler yasası ile seçim yasası hazırlanır, senato ve millet meclisi için seçim yapılır. TBMM, yeni senatör ve milletvekilleriyle toplanır, meclis başkanını seçer, başkanlık divanını oluşturur, cumhurbaşkanını seçerek yasama görevine devam eder.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, İsmet İnönü’yü hükümeti kurmakla görevlendir, hazırlanan hükümet listesi meclislere sunulur, programı meclislerde okunur, millet meclisinden güvenoyu alarak görevine başlar.
Hükümet görevini sürdürürken, 27 Mayıs Devriminin hedeflerinden sapıldığını iddia eden Harpokulu Komutanı Albay Talat Aydemir liderliğinde bir grup asker 22 Şubat’ta harekete geçer. İsyancıları İsmet İnönü ikna eder, ihtilal girişimini önler, 10 Mayıs 1962’de haklarındaki soruşturmayı durdurur. 16 Ekim 1962’de çıkarılan afla DP’lilerin cezalarından 4’er yıl indirilir. 23 Şubat 1963’te genel af çıkarılır, 5 yılı geçmeyen hapis cezaları affedilir, yüksek cezalardan değişik oranda indirim yapılır. Cemal Gürsel yaşamını yitirince Cevdet Sunay cumhurbaşkanı olur, af yetkisini kullanarak 7 Temmuz 1966’da Celal Bayar’ı affeder. 3 Ağustos 1966’da dar kapsamlı kısmi, 19 Temmuz 1967’de kapsamı genişleten aflar çıkarılır. 21-22 Mayıs 1967’de Albay Talat Aydemir yeniden darbe girişiminde bulunur, darbe önlenir, Albay Talat Aydemir ile Binbaşı Fethi Gürcan yargılanarak idam cezasına çarptırılır ve asılır. Birlikte hareket eden askerler 26 Aralık 1967’de af edilir. 5 Kasım 1969’da DP’li siyasi hükümlülere de af çıkarılır. Türkiye İşçi Partisi’nin başvurusu üzerine de Anayasa Mahkemesi affın kapsamı genişletir.
1968 kuşağının yaktığı bağımsızlık ve özgürlük ateşinin yayılması üzerine TSK’nin komuta heyeti 12 Mart 1971’de Demirel hükümetine muhtıra verir. Demirel Hükümeti istifa eder. CHP’den istifa eden Prof. Dr. Nihat Erim başkanlığında teknokratlardan oluşan reformcu bir hükümet kurulur. Bir süre sonra reformun hedeflerinden saptığını gören teknokrat bakanlar hükümetten ayrılır. Yeni isimlerle takviye edilen hükümet, sıkıyönetim ilan eder, devrimcileri, cezaevindeki “siyasi” tutuklu ve hükümlüleri “anarşist” olarak niteler. Ülkenin aydınlarına, gençlerine, yurtseverlerine yönelik “balyoz” adı verilen saldırıyı başlatır, ordudan yurtsever Kemalist subaylar tasfiye edilir, partiler, dernekler, gazeteler, dergiler kapatılır; davalar açılır, aydınlar, devrimciler, muhalifler cezaevlerine tıkılır, ağır cezalar verilir; faşizme direnenler dağlarda kentlerde vurularak, cezaevlerinde asılarak yok edilir.
14 Ekim 1973’de milletvekili genel seçimi olur. 12 Mart muhtırasına tavır alan, ortanın solunu savunan, “toprak işleyenin su kullananın” diyen, af vaadinde bulunan Bülent Ecevit liderliğindeki CHP, 450 milletvekilin 185’ni kazanır. Tek başına Hükümet kurmak için gerekli salt çoğunluğu (226) sağlayamaz, 48 milletvekili çıkaran İslamcı MSP ile anlaşır, 6 Şubat 1974’te koalisyon hükümetini kurarlar, af yasası çıkarma konusunda anlaşırlar.
Cumhuriyetin 50 yılı nedeniyle çıkarılacak af yasası tasarısı Mecliste görüşülürken, bazı MSP milletvekilleri devrimcilerin affına karşı olan muhalefet milletvekilleriyle birlikte hareket ederek, sol görüşlülerin mahkum edildiği TCK’nun 141, 142, 146, 149. Maddelerinin kapsam dışı bırakılmasını sağlarlar.
15.5.1974 tarih ve 1803 sayılı Af Yasası’nın bir kısım fiilleri af kapsamı dışında bırakan 5/A maddesinin Anayasanın “eşitlik” ilkesine aykırı olduğu savıyla CHP’li 138 milletvekili Anayasa Mahkemesi’ne başvurur.
Anayasa Mahkemesi, 2.7.1974 tarih ve 1974/19-31 esas ve karar sayısıyla af yasasının 5. maddesini şekli yönden iptal eder, kısıtlama ortadan kalkar, devrimci yurtseverlerin cezalarından 12 yıl düşer. İnfaz durumuna göre birçok devrimci yurtsever dışarı çıkar, müebbet gibi ağır ceza alanlar uzunca bir süre daha içeride kalır.
Afla birlikte 12 Mart sonrası süreçte toplumsal yaşam canlanır; dergiler, gazeteler yayınlanır, yeni sol partiler kurulur, dernekler açılır, gençler hareketlenir, politik dergiler çevresinde oluşan gruplaşmalar politik devrimci hareketlere evrilir, toplum aydınlanmaya, örgütlenmeye, faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleye yönelir. İdeolojik politik mücadele giderek sertleşir, sola ve devrimcilere yönelik faşist saldırılar başlar. 1 Mayıs 1977’de Taksim’de, 3 Eylül 1978’de Sivas’ta, 8 Ekim’de Ankara Bahçeli’de, 24 Aralık 1978’de Maraş’ta faşist katliamlar yaşanır. Ecevit iktidarı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalır.
Sıkıyönetime rağmen olaylar dinmez, faşist katiller 1 Şubat 1979’da Abdi İpekçi’yi suikastle öldürür, 7 Nisan’da Mihri Belli’yi öldürmeye çalışır. 27 Temmuz 1980’de Balgat Katliamından idam hükümlüsü İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu Mamak Cezaevinden kaçırılır, 20 Eylül’de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u katlederler.
14 Ekim 1979’da Senato ve Milletvekili ara seçimi olur, CHP kaybeder Adalet Partisi kazanır, Ecevit hükümeti istifa eder. AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, MHP ve MSP destekli hükümeti kurar. 20 Kasım 1979’da İ.Ü. Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prf. Dr. Ümit Yaşar Doğanay silahlı saldırıyla öldürülür. 25 Kasımda Abdi İpekçi’nin katili cezaevinden kaçırılır, 1 Temmuz 1980’de Çorum’da faşist katliam, Tariş’te Kıyım yaşanır. 12 Temmuz 1980’de Fatsa’nın seçilmiş devrimci belediye başkanı Terzi Fikri’ye ve çalışmalarına yönelik operasyon düzenlenir.
Evini, sokağını, caddesini, mahallesini, köyünü korumak isteyenlerle buralara saldıranlar arasında silahı çatışmalar çıkar, giderek yoğunlaşır, yurtsever bilim insanları, Kemalist ve sosyalist aydınlar, yazarlar, sanatçılar, politikacılar art arda katledilir; hükümetin emrindeki güvenlik güçleri sağı korur solu vurur. Milliyetçi Cephe hükümetlerinin taraflı tutumu halkı böler, saldırgan faşist güçlerle kendini korumaya çalışan devrimci halk güçleri arasında iç savaş görüntüleri yaşanır, olaylar büyür, yanlı emniyet teşkilatıyla önlenemez boyuta ulaşır.
Darbeciler fırsatı kaçırmaz, TSK’ni harekete geçirerek, 12 Eylül 1980’de yönetime el koyar. Parlamentonun ve hükümetin fesih edildiğini, bütün ülkede sıkıyönetim ilan edildiğini ilk bildiriyle duyururlar. İkinci bildiriyle sıkıyönetim komutanlıkları atarlar, üçüncü bildiriyle Genelkurmay başkanı, Kara, Deniz, Hava, Jandarma Komutanlarından oluşturdukları Milli Güvenlik Konseyi’nin egemenlik yetkisini kullanacağını, 7 Nolu bildiriyle parti ve sendika faaliyetlerinin durdurulduğunu ve yöneticilerin güvence altına alındığını, 15 Nolu bildiriyle grev ve lokavtın yasaklandığını ilan eder. 19 Eylül’de Sıkıyönetim Yasası değiştirilerek, sıkıyönetim komutanlıklarının yetkisi artırılır, gözaltı süresi 30 güne çıkarılır, yasaklara karşı çıkanların cezası artırılır, 3 yıla kadar verilen cezaların kesin olacağı belirtilir.
21 Eylül’de Bülent Ulusu başkanlığında hükümet kurulur. 27 Ekim’de 2324 sayılı Anayasal Düzeni Hakkında Kanun’u çıkararak 1961 Anayasası’nın bazı istisnalar dışında yürürlükten kalktığı, MGK’nin yayınladığı bildiri ve kanunların Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülemeyeceği açıklanır.
Operasyonlar, gözaltına almalar, işkenceli sorgular, tutuklamalar, toplu yargılamalar hızlanır, ağır cezalar verilir, 8 Ekim 1980’de Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun asılmasıyla idamların infazına başlanır.
Tutuklu ve hükümlüler kendilerini “siyasi” olarak nitelerken, darbeciler “terörist” sözcüğünü kullanmaya başlar, “terör, terörist” sözcüğü bildirilere, tüzük ve yönetmenliklere girer. Askeri cezaevlerinde askeri disiplin uygulanır, başta İstiklal Marşı olmak üzere çeşitli marşlar disiplin aracı olarak kullanılır, emniyetin sorgu yerleri ve cezaevi koğuşları, tecritleri, işkence yapılan, insan kişiliğini yok eden yerlere döner, ölümler olur, büyük acılar yaşanır.
7.11.1982 tarih ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, referanduma katılanların %91,37 evet oyuyla kabul edilir, 1961 Anayasa tümüyle ortadan kaldırılır, çift meclisli sistem yok edilir, TRT, üniversite, DTP gibi özerk yapıların içleri boşaltılır, işlevsizleştirilir. AP, CHP, MSP, MHP kapatıldığından Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Halkçı Parti (HP) kurulur, bunlara daha sonra Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ile Doğru Yol Partisi (DYP) katılır.
6 Kasım 1983’te yapılan seçime MGK’nın veto engelini aşan MDP, ANAVATAN ve HP katılır. Seçimde ANAVATAN %45.1 oyla 211 milletvekili, HP %30,5 oyla 117 milletvekili, MDP. %23,3 oyla 71 milletvekili çıkarır. ANAP kazanır, Turgut Özal başbakan olur.
Doğu Anadolu’da ufak çaplı çatışmalar, cezaevlerinden firarlar yaşanırken, 2 Mart 1984’te Bitlis’te OHAL ilan edilir. 15 Ağustos 1984’te ayrılıkçı hareket PKK, Siirt’in Eruh, Hakkari’nin Şemdinli ilçelerindeki jandarma karakol ve lojmanlara silahlı baskın düzenler, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadele başlatır.
Cezaevindeki koğuşların baskılara direnmenin, firar etmenin başlıca nedenlerinden birisi görülmesiyle koğuş sisteminden oda sistemine dönüş başlar. Açık, Yarı Açık, Kapalı cezaevi ayrımından Açık Kapalı cezaevi ayrımına geçilir. Kapalı cezaevinde Koğuşsistemi kaldırılır,1 kişilik, 3 kişilik, en çok 10 kişilik oda sistemine geçilir. 1991’de Terörle Mücadele Kanunu Kabul edilmesinden sonra cezaevi Kapalı ve Yüksek Güvenlikli olmak üzere ikiye ayrılır. Yüksek güvenlikli cezaevi 1 ve 3 kişilik odalıdır. Kapalı ceza infaz kurumlarında oda ve koridorlar kapalıyken, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarında odalar ve koridorlar sürekli kapalıdır. Ceza infaz kurumları denilen cezaevleri, yapılış biçimine, kapasitesine, suç niteliğine göre tutuklu ve hükümlülerin tutulduğu 24 tip cezaevi vardır. Bunlardan A, A1, A2, A3, B, C, E, H, K1, K2, M, T Tipi cezaevidir. Bunlarda D, F, L Tipi ceza infaz kurumu yüksek güvenliklidir.
Bu tür hukuk dışılıktan kurtulmanın biricik yolu aftır. Ancak 1982 Anayasanın 87. maddesinde, genel ve özel af çıkarmak meclis üye sayısının beşte üç (3/5) çoğunun kabulü gerekir. Bu maddeyle af yasasını normal yasa gibi çıkarmak mümkün değildir. Hiç bir iktidar muhalefetle uzlaşmadan af çıkaramaz..
Turgut Özal iktidarı, 12 Eylül hukuksuzluğunu silmek, açtığı yaraları sarmak için infaz yasasında koşullu salıverme sürelerini esnetmeye, uzatıp kısaltmaya yöneldi. 28.8.1999 tarihli 4455 sayılı yasayla basın suçlarına erteleme, 23. 4. 1999 tarihli 4616 sayılı yasayla basın suçlarından hükümlendirilenlerin şartla salıvermesi sağlanır.
12.4.1991 tarihli 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, aynı gün resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Yasanın 1. Maddesi Terörü, 2.maddesi terör suçu işleyeni, 3. maddesi terör suçu kabul edilen suçları, 4. madde terör amacıyla işlenen suçları belirler.
Yasanın Geçici 1. Maddesinde, “a). Verilen ölüm cezaları yerine getirilmez. 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanun 19 maddesi hükmüne göre çekmeleri gereken cezaların on yılını”, “b). Müebbet ağır hapis cezasında….sekiz yılını”, c). “Diğer şahsi hürriyeti bağlayıcı cezada…….beşte birini”….. çektikleri taktirde iyi halli olup olmamasına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın salıverilirler” denilir, Geçici 2. Madde ile tutuklularında geçici 1 maddeden yararlanacağı belirtilir.
Geçici 4. Madde, 8.4.1991 tarihine kadar;
a) Bu Kanunda terör suçlarından sayılan eylemler sonucu memur ve kamu görevlilerini ifa ederken veya sıfatları kalkmış olsa bile bu görevlerini yapmalarından dolayı öldürenler veya öldürmeye teşebbüs edenler ile bu suçlara iştirak edenler,
b) Türk Ceza Kanunu’nun 125, 146 (son fıkra hariç), 403, 404/1, 405, 406, 407, 4144, 416/ilk ve 418. maddelerine giren suçları işleyenler,
c) …………………………
d) …………………………
Hakkında bu Kanunun geçici 1 inci maddesi hükümleri uygulanmaz. Ancak, bu maddede sayılan suçlar dolayısı ile verilen ölüm cezaları yerine getirilmez. Bu hükümlüler hakkında; Ölüm cezasına hüküm giyenler 20 yıllarını; müebbet ağır hapis cezasına hükümlüler 15 yıllarını; diğer şahsi hürriyeti bağlayıcı cezalara mahkum edilmiş olanlar hükümlülük süresinin 1/3 ünü; çektikleri takdirde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın şartla salıverilirler.” hükmünü taşır.
Bu geçici maddeyle, 8.4.1991 tarihinden önce TCK’nun 125 ve 146. Maddelerinde belirtilen suçu işledikleri iddiasıyla yargılanıp ceza alanlar ile yargılaması sürenler, ceza kanunun bu maddeleri terör suçu sayıldığı için Geçici 1. Maddenin kapsamı dışında bırakılırlar.
TMK.nun yürürlüğe konduğu 8.4.1991 tarihinden önce yasanın tanımladığı terör, terör suçu, terör suçlusu gibi tanımlar yoktur. Bu nedenle TMK yürürlüğe girmeden önce uygulanmış bu maddeleri terör suçudur diyerek kapsam dışı bırakmak hukuki değildir.
Bu nedenlerle Geçici 1.maddede öngörülen koşullu salıverilme sürelerinden hükümlü ve tutukluları yararlandırmama hukuka ve Anayasaya aykırıdır diyerek, Terörle Mücadele Kanunu’nun bazı maddelerinin iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) doğrudan, Ana Devrimci Yol Davasını karara bağlayan Ankara 4. Kolordu Sıkıyönetim Komutanlığı 1.Nolu Askeri Mahkemesi itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne götürürler.
Anayasa Mahkemesi, 19.07.1991 tarih 1991/15 Esas, 1991/22 Karar sayısıyla, Ankara 4. Kolordu Komutanlığı Nezdinde Kurulu Sıkıyönetim (1) Numaralı Askeri Mahkemesi’nin başvurusunu, mahkemenin uyguladığı TCK.nun 146. Maddesiyle sınırlı, Anayasa’nın 2 (hukuk devleti) ve 10 maddesi (Kanun önünde eşitlik) yönlerinden inceleyerek, 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu”nun Geçici 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,. Servet TÜZÜN, Mustafa ŞAHİN, Erol CANSEL, Haşim KILIÇ’ın karşı oyları ve OYÇOKLUĞUYLA karar verir.
Koşulları uyan hükümlü ve tutuklular hemen salıverilir.
SHP’nin başvurusu üzerine, aynı Anayasa Mahkemesi, 31.03.1992 tarih ve 1991/18 Esas, 1992/20 Karar sayılı kararında, SHP’nin iptalini istediği maddeleri Anayasanın 2,10 ve başka maddeleri yönünden inceler, Anayasaya aykırılık yönünden kimi maddeleri iptal eder, kimi maddeleri reddeder.
Reddettiklerin üzerinden en çok durulanlardan birisi, Devletin Ulusal Kişiliğine Karşı Cürümleri cezalandıran TCK. 125. Maddesinden hüküm giyenlerin ve yargılananların yararlanıp yararlanmayacağı konusudur.
Yapılan değerlendirme:
“TCK’nun 125. maddesinde belirtilen suçları işleyenler için daha uzun süre cezaevinde tutulmalarının öngörülmesi, Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararında belirtildiği gibi, yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, haklı nedenlerin ve ayrı konumların bulunmaması durumunda uygulanacak bir ilkedir. Türk Ceza Yasası’nın 125. maddesinde belirtilen suçları işleyenlerin daha uzun süre cezaevinde tutularak şartla tahliyesini öngören dava konusu kuralda yasakoyucuyu farklı düzenleme yapmaya iten haklı neden vardır. Hükümlünün şartla salıvermeden yararlanabilmesi için gerekli olan iyi durumlu olma ve cezaevi kurallarına uyma koşulları, maddede belirtilen suçları işleyenler için aranmamıştır. Toplum düzeni ve kamu yararı gözetilerek suç türüne göre ayırım yapılmış ve bazı hükümlülerin şartla salıverilmesi için cezaevinde geçirecekleri süre daha uzun tutulmuştur. Belirtilen nedenlerle iptal isteminin reddi gerekir.” gerekçesiyle Yekta Güngör ÖZDEN, Selçuk TÜZÜN, Ahmet N. SEZER ve Yalçın ACARGÜN’ün iptal yönündeki oyuna karşılık oyçokluğu ile reddedilir.
Redde karşı çıkan yargıçlar, karşı oylarına da, “Yasa’nın geçici 4. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin Türk Ceza Yasası’nın 125. maddesi yönünden iptal edilmemesi Anayasa’nın hukuk devleti ve eşitlik ilkesini içeren kurallarına aykırıdır…. daha önceki iptal kararlarının konusunu oluşturan kurallardan dayanak, kapsam, erek ve amaç yönleriyle hukuksal nitelik bakımından da hiçbir ayrım taşımaması karşısında doyurucu olmaktan uzaktır. Anayasa’ya uygunluk denetiminde ölçüt, Anayasa kurallarıyla, uluslararası antlaşmalar ve evrensel hukuk kurallarıdır. Yasama organının, Anayasa’yla sınırlı özgörü (takdir) yetkisini uygun biçimde kullandıkça bu alana elatılması söz konusu olamaz. Cezalandırma ve af yetkisi yasayla kullanılır. …. 3713 sayılı Yasa, “Terörle Mücadele Yasası” adını taşımasına karşın, terör eylemlerine karışanları da yararlandıran şartla salıverme düzenlemeleriyle ikilemli bir yapı sergilemektedir. Anayasa’nın kimi suçlar için yasakladığı “af”fı bu adla değil de eylemli biçimde gerçekleştirmek için şartla salıverme kurumu bir araç olarak kullanılmıştır. ‘Af’ konusu olsa biçim koşulları dışında özgörüye karışılmazdı. Ama ‘şartla salıverme’yi Yasa’daki açıklığı hiçe sayarak ‘af’ kurumu gibi değerlendirmek bir tür yerindelik denetimi olmuştur.
Suç olduğu saptanıp belirlenen eylem için öngörülen ceza uygulanınca, sanıklar, suçlar ve cezalar yönünden tüm ayrılıklar ortadan kalkar. Cezanın çektirilmesine başlanmakla eşitlik kuralı gereği sanıklar arasındaki ayrılıklar gözetilemez, hükümlünün devletçe topluma kazandırılması evresi başlar. Bu evrede, çoğunluk oyuyla verilen kararda kabul edildiği gibi önceki evreyle ilgili özellikler söz konusu yapılamaz. Yasa’nın açık sözcükleriyle belirgin düzenlemesi karşısında ‘Bir tür af, üstü kapalı af, gerçekte af, vs…’ gibi nitelemelerle yerindelik denetimi gibi varsayım ve hukuksal olmayan yorumlarla kurallar değerlendirilemez… Suçun türü ne olursa olsun, duygusallığa kapılmadan toplum için olumsuz etkisi, kişisel yönden uyandırdığı kanı ne olursa olsun, ilgili kuralın Anayasa katında uygunluğu irdelenecektir. Herhangi bir suçtan yana olunamaz ki bu tür suçlardan yana olunsun. Hoşgörü, adaletin bir parçası olsa bile, bu ancak ceza belirleyen yargıca tanınan bir yetkidir ve yasal koşullarıyla sınırları vardır. Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptali gerektiğine ilişkin oyumuz, hoşgörüyle yaklaşımını değil, yansız ve salt hukuksal görüşümü açıklamaktadır. Suçlardan kişisel ya da toplumsal zarar görülmesi, eylemlerin çirkinlik, aşırılık ya da sakıncalı oluşu sonucu değiştirmez.
Cezaların çektirilmesi yönünden ayrı durumda ve tam bir eşitlik içinde bulunan hükümlüler arasında koşullu (şartla) salıverme konusunda ayrı uygulama eşitlik ilkesine açıkça aykırıdır. Cezaevindeki tutum ve davranışları nedeniyle kimi önlemler, yasal ve yönetsel uygulamalar, özelliği ve zorunluluğu olan geçici işlemlerdir. Bunlar karara dayanak yapılamaz. Hükümlünün yaşı, cinsiyeti, sağlığı gibi nedenlere bağlı çektirim yöntemlerinin, koşullu salıvermeyle ilgisi yoktur. Ayrıca yararlandırmada ayrılık, kimi hükümlüler zararına cezayı fazlalaştırıp ağırlaştırmakla birdir. Böylece, geçmişi kapsayan bir çarpık uygulama da ortaya çıkmaktadır.
Hiç düşünülmemesine karşın ‘Anayasa Mahkemesi ayrım yapıyor, siyaset yapıyor’ suçlamalarıyla karalamalar yöneltilebilir. Başka şeyler de söylenebilecektir. Kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı saymayıp savaş tutsağı işlemi uygulanması için başvuruda bulunmaları, ‘ayrım yapıldığı’ yolundaki savları, konuyu yeterince bilmeyenlerce haklı görülebilecektir. Türk Ceza Yasası’nın 146. maddesine ilişkin gerekçenin tersine sonuç, doyurucu ve yerinde karşılanamaz. Bir yasayı genelde Anayasa’ya aykırı kılan nedenin, o yasanın aynı maddesinde sayılan suç türlerine göre değişmesinin hukuksal bir yanı yoktur. Bu durumda, hiçbir ayrım gözetilmediği, hiçbir değişik uygulama yapılmadığı gerçeğine gölge düşecektir. Kimileri özel amaçlarla, siyasal ve kişisel saplantılarla ya da yetersiz bilgilerle tek devleti, tek ulusu ve ülke tümlüğünü yadsıyıp ‘iki ayrı ulusal kimlik’ gibi hukuk ve gerçek dışı değerlendirme ve önerilerine bu kararı dayanak yapabilir. Kimi yurttaşları, yurttaş topluluklarını etnik kökenleri nedeniyle çoğunluk içinden çıkarıp azınlık yerine koymak ‘yanılgısı’ ayrı uygulama durumuyla ‘doğru’ sayılabilir. Çoğunluk oyuyla oluşan ve öncekiyle çelişen karar yargı yönünden olumlu bir örnek değildir.” derler.
Böylece, TCK’nun 125.maddesinden hüküm giyen ya da haklarında dava açılan ve tutuklu olanlar yönünden yapılan incelemede TMK’nun geçici 1.maddesinin uygulanmaması Yasamanın taktiri diyerek iptal etmemeleri hukuki bir değerlendirme olmadığı karşı oyun gerekçesiyle anlaşılmaktadır. Hukuk, adaletsizliğe, eşitsizliğe alet edilmemelidir, edilirse tahribatı gidermek zordur, hatta imkansızdır.
Kamuoyunca “Rahşan affı” olarak anılan, Rahşan Ecevit’in önerisiyle devlete karşı işlenen suçların dışındaki suçları kapsayan, 9 Aralık 2000’de ölüm orucu eylemlerini sona erdirmek için yapılan Hayata Dönüş Operasyonu’ndan üç gün sonra çıkartılan, 21.12.2000 günlü, 4616 sayılı ”23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun”, yerel mahkemelerin başvurusuyla bazı düzenlemeler yönünden Anayasa Mahkemesi’ne götürülür, bazı maddeler Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilir, yasanın uygulama alanı genişler, 30 bini aşkın hükümlü ve tutuklunun yaralandığı ifade edilir.
15.Temmuz 2016’da ABD destekli dinci Feto Çetesinin, uzun yıllar birlikte oldukları AKP iktidarına karşı darbe girişiminde bulunması, çok ciddi bir olaydır. Darbe girişimcileri Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak, Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal ile Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi’yi rehin alırlar; MİT, Ankara Emniyet Müdürlüğü, TÜRKSAT, ÖKK, ÖHDB ve TBMM’ne saldırırlar, bombalarlar, çıkan çatışmalarda 104’ü darbe yanlısı asker olmak üzere 300’den fazla kişi yaşamını yitirir.
Darbe girişimi, Kemalist subayların direnmesi, muhalefetin iktidarla birlikte tavır alması, toplumsal muhalefetin karşı çıkması, Cumhurbaşkanı Tayip Erdoğan’ın İstanbul’da 1.Ordunun korumasına sığınması, özel bir TV kanalına görüntülü telefonla bağlanarak “Türk Silahlı Kuvvetlerinin darbe yapmadığını” açıklaması, halkı sokağa çağırması, camilerden sala okunması ve halkın karşı çıkmasıyla önlenir.
AKP iktidarı, 08.11.2016 tarihli 6755 sayılı OHAL kapsamında alınması gereken tedbirlere ilişkin yasa çıkarır. Yasanın 37. Maddesinde;
“15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” hükmü yer alır.
20.11.2017 tarihli 696 sayılı KHK’nin 121 maddesi ile 37. maddeye;
“Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.” hükmü eklenir.
Bu eklemeyle, resmi görevliler dışında, darbeyi bastırmaya katılmış kişilere de hukuki, idari, mali ve cezai sorumsuzluk getirilir.
Darbeye karışı koyarak darbeyi bastırdığı iddia edilen kişilerin “eylemlerin bastırılması kapsamında hareket ettiğini”, ayrıca darbe yanlısı olduğu iddiasıyla resmi görevli olmayan kişilerce öldürülenlerin masum olup olmadığını yargı yoluyla araştırmadan böyle bir düzenleme ile yaşamını yitiren onlarca askerin suçlu olduğunu kabul etmek, gencecik askerleri öldürenleri görmezden gelmek, yargılanmalarını, hukuki, idari, mali ve cezai yönde sorumlu tutulmamalarını sağlamak, Anayasa ve yaslar yürürlükteyken bir hukuk devletinde mümkün olamaz. Siyasi iktidar nasıl böyle bir karar alabilir? Hukuki olan bu kişilerinin yargı önüne çıkarılması, suçlu olup olmadıklarına, darbeye karşı direnip direnmediklerine, yasal savunma sınırını aşıp aşmadıklarına yargı karar vermeliydi. Bu yolu kapatmak hukuki olmadığı gibi suçu örtmekten başka bir anlamı yoktur.
AKP iktidarı, iktidara geldiğinden bu yana izlediği iç ve dış politikalarla ülkeyi ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel yönden sıkıntıya sokar, yurttaşları etnik ve inanç temelinde ayırır, çatışma ortamını iktidarın yaşamasının dayanağı görür. Binlerce gencin iş bulamamasına, binlerce çalışanın işsiz kalmasına, binlerce insanın cezaevine düşmesinin temel nedeni iktidarın izlediği ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel politikalardır. Bu sorunları bir ölçüde azaltmanın, toplumda bir huzur ortamı yaratmanın, cezaevlerini boşaltmanın önemli yollarından birisi de kuşkusuz aftır. AKP, ekonomik ve sosyal düzenin bozukluğundan kaynaklı birden çok ekonomik ve sosyal içerikli sicil, vergi, prim afları çıkarmış, borç yapılandırılması yapmıştır; ancak genel olarak suç ve cezalara ilişkin af çıkarma yoluna gitmemiştir.
Muhalefetle anlaşarak, Anayasanın aradığı meclis milletvekili sayısının (600 ) 3/5 çoğunluğu (360) ile af çıkarması olanağı varken, muhalefeti dışlayarak küçük ortağı MHP’nin önerisi ve desteği ile 15.04.2020 tarihli Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’u çıkarmak, tutuklu ve hükümlüler arasında ayrım yapmak, iktidar karşıtı olanları, basın mensuplarını, siyasi parti üyelerini ve yurttaşları kapsam dışı bırakmak politik olabilir ancak hukuki ve iyi niyetli bir davranış olamaz.
Düzenlemeyle, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, İnfaz Hakimliği Kanunu ve Türk Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu olmak üzere toplam 11 kanunda değişiklik yapılmıştır. Ceza infaz kurumlarında geçirilmesi gereken süreler yeniden belirlenmiştir, Koşullu salıverilme oranı 2/3’ten yarıya, mükerrirler ve örgütlü suçlar bakımından infaz oranı 3/4’ten 2/3’e indirilmiştir.
Uyuşturucu ticareti ve cinsel istismar suçlarıyla, terör suçları kapsamına giren suçlarda 3/4 olan koşullu salıverilme oranları aynen korunmuş, bu tür suçların çocuklar tarafından işlenmesi halinde 2/3 olan koşullu salıverilme oranı da değiştirilmemiştir. Kasten adam öldürme, kasten yaralama, özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı işlenen suçlar ile devlet sırlarını açığa vurma, işkence yapma suçlarında mahkum olanların koşullu salıverilme durumunda bir indirim olmamıştır.
CHP, yasanın af niteliği taşındığını, Anayasa’nın 87 maddesinde öngörülen milletvekillerinin toplamının 3/5 ’nin (360 milletvekili) kabul oyu şartının yerine getirilmediğini belirterek yasanın şekil yönünden, sonrada yasanın kimi maddelerinin Anayasa’nın 2 (Hukuk Devleti) ve 10. Maddesine (Kanun önünde eşitlik) aykırı olduğunu ileri sürerek iptalini istemiştir.
Bana göre bu yasa bir infaz yasası değişikliği olmanın ötesinde dolaylı af yasasıdır. Anayasa Mahkemesi bu yasayı öncelikle Anayasa’nın 87. Maddesine aykırılıktan şekli yönden, sonrada kimi maddelerini Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti hem de 10. maddede düzenlenen “kanun önünde eşitlik” ilkesi yönünden iptal etmelidir. Ancak Anaysa Mahkemesi’nin TCK’nun 125 ile 146. maddesi arasındaki düzenlemelere ilişkin farklı gerekçelerle, adalette çifte standarttı çağrıştıran Red ve İptal kararı, ayrıca 12 Eylül 2010 Referandumu sonrası Anayasa Mahkemesi’nin oluşan yapısı, yargıçların atanmasında Cumhurbaşkanın ve TBMM’nde iktidarın etkin oluşu göz önüne alındığında, yasanın iptali için fazla ümitli olmamak, ama yine de “Ankara’da Yargıçlar Var” diye düşünmek gerekir.
Yararlanılan eserler
*1.Mustafa EREN, Mahbeslerden -Hapishanelere-Hapishanelerden-Cezaevlerine. Bilim ve
gelecek.com.tr.
*2. Cevdet KÜÇÜK, İstiklal Mahkemeleri, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi internet sitesi
*3. Cahide, Sınmaz SÖNMEZ, Milli Mücadele Döneminde Çıkarılan Aflar. Gogol Akademik