Av. Mehdi BEKTAŞ
“Devlet teröristle görüşmez (!)”, “Görüşüyor diyenler şerefsizdir (!)” diyenlerin, yıllardır
PKK’lılarla görüştüklerinin, seçim dönemlerinde çatışmazlık ortamı sağlayarak oyunu
artırdıklarının anlaşılması, istihbarat birimi devreye sokularak yabancı istihbaratçıların
huzurunda pazarlık yaptıklarının internete düşmesi, ortalığı karıştırır.
Muhalefet “ihanet” derken; iktidar, “ben görüşmedim devlet görüştü” savında bulunur; sanki
devleti kendileri yönetmiyormuş gibi…
Bu olaylar yaşanırken PKK ile düşünsel birliktelik içinde olan BDP, “Emek, Barış, Özgürlük
Bloğu” adıyla 12 Haziran 2011 Milletvekili Seçimlerine katılır, Kürtlerin yoğun yaşadığı
yerlerden 36 milletvekili çıkarır, hedefini genişletir, söylemini yükseltir. “BDP’li
milletvekilleri, belediye başkanları, partiye yakın sivil toplum örgütleri, gazeteci ve kanaat
önderlerinden” oluşan Demokratik Toplum Kongresi, 14 Temmuz 2011 tarihinde
Diyarbakır’da toplanır. “Türkiye’nin idari yönden 22 bölgeye ayrılmasını” ister, “Demokratik
Özerklik” ilan eder. Milletvekili Leyla Zana, “Özerlik sorunu çözmez bağımsızlık gerekir” der.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinde bulunan, PKK ile mücadelede öne çıkan,
kendilerini dokunulmaz sanan(!), genelkurmay başkanları, kuvvet, birlik komutanları ve
subaylar, çete kurmak, hükümeti silahla devirmeye teşebbüs etmek, gizli bilgileri açıklamak,
suikast düzenlemek gibi kimi savlarla gözaltına alınır; özel yetkili mahkemelerce tutuklanır;
“Ergenekon”, “Balyoz”, “Poyrazköy”, “Casusluk vs.” adları verilen davalarda yargılanır; ceza
alanlar, uzun süredir tutuklu kalanlar, milletvekili seçildiği halde bırakılmayanlar, zulmüne
dönüşen tutukluluğa katlanamayıp yaşamını yitirenler olur.
Yapılanları, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı saldırı olarak yorumlayarak komuta kademesini
bırakanlar görülür. Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak, kuruluş felsefesini ve
ilkelerini savunmakla yükümlü olduğu varsayılan silahlı kuvvetler, susturulur, sindirilir, PKK
ile ilişki kurma kolaylaşır.
TBMM’nin cemiyetler meclisinden cemaatler meclisine dönüşmesinden, cumhurbaşkanlık
makamının bir cemaatçiye teslim edilmesinden; silahlı kuvvetlerin sindirilmesinden, ülkenin
kurucusu siyasi partinin ilkelerini savunmayı savsaklamasından, revize etmeye kalkmasından;
sosyalist parti ve hareketlerin ayrılıkçı hareketin etkisi altında anti-kapitalist, anti-emperyalist
sınıfçı mücadele ruhunu örselemesinden, ikircikli davranmasından, sendikaların, meslek
kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin etkisizleşmesinden cesaret alan, “laiklik karşıtı
eylemlerin odağı olduğu” Anayasa Mahkemesi’nce saptanan siyasi iktidar, ataklarına hız
verir, PKK liderini muhatap alır, “barış” adı altında bir projeyi uygulamaya koyar.
“Yeni Osmanlıcılık” adı da verilen bu projenin, AB-D’nin bir projesi olduğunu,
uygulanmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasına, bölünmesine yol açacağını, hayalci
iktidarın AB-D emperyalizminin bilerek ya da bilmeden taşeronluğunu yaptığını, ülkede iç
savaş riskini arttırdığını vurgulayanlar; PKK’nın silahlı unsurlarının Suriye’nin
çözülmesinde, İran’ın vurulmasında kullanılacağını savlayanlar, iktidarın izlediği iç ve dış
politikayla bu savun örtüştüğünü saptayanlar olur.
Akil’lerin harekete geçirilmesi, PKK’nın silahlı unsurların Türkiye’nin sınırları dışına
çıkmaya başlaması, ülkede bir iyimserlik havası estirir; Kürt kökenlilerin yoğun olduğu
2
yerlerde bayram coşkusu yaşanır; “silahlar susacak, ölümler bitecek, analar ağlamayacak,
barış olacak” inancı yaygınlaşır.
PKK, “Türk-Kürt Savaşını biz engelledik”, “Türklerle kader birliğimiz var, savaşta ve barışta
birlikteyiz” der, silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmesi sırasında “keşif uçaklarının
izlemesini”, “koruculuğun devamını”, “yeni karakolların yapılmasını”, “askeri harekâtlılığın
sürmesini” engel sayar. Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetim alanı içinde “Medya Savunma
Alanı”na çekildiklerini, “kimseye tehdit olmadıklarını” anlatır. (Bahoz Erdal’la söyleşi, 17–21.05.2013 tarihli
arası, Birgün Gazetesi, Ertuğrul Mavioğlu)
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “AKP sözünü tutsa da tutmasa da silahlı mücadele
döneminin geri gelmeyeceğini biliyoruz” der, “Suriye’deki Kürt oluşumu, Lazkiye’yi içine
alırsa Kürtlerin büyük bir sorunu ortadan kalkar. Denize ulaşır ve Türkiye’ye tam bağımlılık
ortadan kalkar” saptamasında bulunur.
Demirtaş’ın, Suriye’de Nesturilerin (Arap Alevilerin) yoğun yaşadığı Lazkiye’yi alma niyeti,
bağımsız devlet olma düşüncesinin dışa vurumudur. Bilindiği gibi denize kıyısı olmak bir
devletin için olmazsa olmazdır; kimseye muhtaç olmadan açık denizlere çıkabilmek, dünya ile
ticaret yapabilmek, dışarıdan yardım alabilmek ancak denize kıyısı olan devletlerin
yapabileceği iştir. Kürtlerin “Kürdistan” dediği bölge denize kapalıdır. Dünyada denize kıyısı
olmayan devlet çok azdır. Asya’da Afganistan, Tacikistan, Özbekistan, Kırgızistan,
Moğolistan, Avrupa’da İsviçre, Çek, Slovak, Macaristan, Avusturya, Afrika’da Nijer, Çad,
Zambiya gibi ülkeler bu durumdadır ve denize kıyısı olan ülkelerce kuşatılmışlardır.
Bazılarını ırmaklardan yararlanma olanağı varsa da çoğunluğunun bu olanağı da yoktur.
Kürtlerin denize kıyısı olan bir bölge oluşturmasına ya da devlet kurmasına bölge ülkelerinin
(Türkiye, Suriye, İran, Irak) ne diyeceği, izin verip vermeyeceği, bu ülkeler izin vermeden
Kürtlerin bağımsız bölge/devlet yaratıp yaratamayacağı, emperyalizmin (AB-D) desteği ile
bunu başarıp başaramayacağı, başarsa da kalıcı olup olamayacağı belirsizdir…
Hayallerin gerçek olması, somut koşullara, zamana ve mekâna (yere) bağlı olmasının
yanında, tarihsel gerçekliğe de uygun olmasıyla olanaklıdır. Kürtlerin tarihine bakarak,
yaşananlardan kesitler sunarak, Kürt hareketinin özlemleri doğrultusunda bir çözüm olup
olamayacağını, akillere inanıp inanmayacağını anlayabilir, çok net olmasa da bir sonuca
varabiliriz!
Kürtler
Kürt adını tarihte ilk kez, X yüzyılda yaşayan (d.9 YY Bağdat, öl. 957. Fustat -Eski Kahire-,
Mısır) Arap coğrafyacılardan Mesudi kullanır; “konargöçer topluluklar olduklarını” belirtir.
Kürdistan sözü de ilk kez Büyük Selçuklu Sultanı Sencer (MS.1115) zamanında yazılmış
eserlerde geçer.
Sümer yazıtlarında yer alan Karda (Garda) sözcüğünün Kürtleri ifade ettiği belirtilir ve
böylece Kart Kurt sözünün nereden çıktığı da anlaşılır(!)
Yenisey’deki Göktürk kitabelerinde (Orhun anıtlarında/ Elegeş yazıtı) Bengütaş’ta, Hitit İskit-
Saka uruğundan olan ve 39 yaşında ölen Alp Urgu’nun “Ben Kürt ilhanı Alp Urgungu’yum”
sözü yer alır.
Bitlis Emiri Şeref Han tarafından 1597’de kaleme alınan Şerefname’de, Kürtlerin Oğuzhan
soyunda geldiğinden söz edilir. Bu sözden ve Alp Urunga yazıtından yola çıkanlar, Kürtlerin
Oğuzların bir kolu olduğu savındadır.
Araplar, Kürtlere “Ekrat” der.
Osmanlı kayıtlarında Ekrat, göçebe anlamındadır.
Rus tarihçi Lazerev’e dayanarak Kürtlerin atalarının M.Ö. 4–3 bin yıllarının sonlarında
Önasya’da ortaya çıktığını, bunların Huriler, Lulabalar, Kasisler, Karduklar gibi boylar
olduğunu savlayanların yanında Lolaların (MÖ.2800), Gütülerin (MÖ.2700), Medlerin
(MS.712) birer Kürt oluşumu olduğunu savunanlar, MÖ.1000 yılın ortalarında Kürtlerin
dolaysız atalarından söz edilebileceğini söyleyenler vardır.
Kürt etnik sentezinin Halaf kültürüyle Kuzey Mezopotamya’da ortaya çıktığı, Yunan
Komutan Ksefenoda’nın MÖ 500 yıllarında yazdığı “Anabisis” adlı eserde Kürtlerin
yaşamından söz edildiği, Yunan, Rus, İngiliz tarihçilerinin beyanlarına dayanarak Kürtlerin
Medlerin varis olduğu, Ağrı Dağı ile Urimiye Gölü doğrultusunda çizilen hattın batı
yakasındaki Kızılırmak, Kızıldağ, Beydağı sınırına dayanan, Dicle ve Fırat nehirleri ile
Zagoros Dağları arasındaki alanda yaşadıkları vurgulanır.
Tarih, antropoloji, fizyoloji, etimoloji bilimlerinde Kürt teriminden pek söz edilmez; ancak
Kırmançi (Kurmançi), Sorani, Gürani gibi lehçeleri olduğu, Kırmançi’nin en çok konuşulan
lehçe olması nedeniyle, Kürt dili olarak öne çıktığı, Zazacanın farklı bir dil olduğu savunulur.
Kürtlerin yaşadığı bölgeyi egemenlikleri altına alan Perslerin, Arapların, Türk kökenli
Karakoyunluların, Akkoyunluların, Safevilerin, Selçukluların, Osmanlıların, Eyubilerin, Arap
kökenli Emevilerin, Abbasilerin, Arapça, Farsça, Türkçe ağırlıklı diller kullandığı
düşünülürse, Kürtçe lehçelerin, şivelerin, yerel olmaktan öteye gidemediği, bilimsel ve
eğitimsel bir işlevi olmadığı söylenebilir
Bir halkın varlığı, yaşadıkları savlanan coğrafi alanlardaki mezarlardan, mezar taşlarından,
heykellerden, yazıtlardan, kazılarda ortaya çıkan tarihi eserlerden, söylencelerden,
destanlardan, foklör gibi geleneksel görsellerden kanıtlanır. Kürtlerin ne zaman ortaya
çıktıkları ve hangi coğrafyalarda var olduklarına ilişkin bu tür kanıtlar çok değil, foklörün
dışında hemen hemen yok gibi…
Kürtlerin yaşadıkları ilk yerin, bugün İran toprakları içinde bulunan Urmiye Gölü ile Zagoros
dağları arasındaki alan olduğu tartışmasızdır. Burada, göçebe bir yaşam sürdükleri, ağırlıkla
hayvancılıkla uğraştıkları, Anadolu’nun doğusu, güneyi ve Mezopotamya’nın kuzey
doğusuyla bağlantılı yaşadıkları söylenebilir.
Kürtlerin İran Horasanı’nda, Kafkaslarda, Anadolu’da var olmalarını, İslam’ın yayılmasına,
Orta Asya’dan batıya, Ön Asya doğru yaşanan kavim göçlerine, akınlara bağlayanlar vardır.
Akıncı, fetihçi bir karakter taşımayan kavimlerin, bulunduğu coğrafyadan, açlık, kıtlık, itme,
sürme olmadan bir başka bölgeye gidebileceğini söylemek pek de mümkün görülmemektedir.
Kürtlerin, Türk boylarıyla ortak bir coğrafyada yaşamaktan, kimi yörelerde Alevi/Sünni
karşıtlığı olsa da İslam içinde bulunmaktan kaynaklanan bir duygudaşlık içinde olduklarını,
birbirlerine karşı düşmanlık beslemediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. .
Kürtlerinde yaşadığı topraklarda, Asurisinden, Sümerine, Arabından, Farsına kadar pek çok
kültürünün yoğun ve iç içe yaşadığı bir gerçektir, Kürtlerin bunda etkilenmemesi de
düşünülemez.
Kürtlerle Türk boyları arasındaki ilişki çok eskiye dayanır, Bizans’a karşı yapılan 1071
Malazgirt Savaşı, Türk kökenli Safevilere karşı yapılan 1515 Çaldıran Savaşı bu ilişkinin
somuta yansımalarıdır.
Malazgirt Savaşı, Anadolu’nun Türk boylarına açılmasına, Çaldıran Savaşı Sünniliğin
Anadolu’da egemen kılınmasına yol açar. Kürtler, hem Türk boylarının Anadolu’ya
yerleşmesine hem de Anadolu’nun Sünnileşmesine katkı koyar.
Kürtlerin 1071 Malazgirt Savaşı’ndaki ilişkisi eylemsel, 1515 Çaldıran Savaşı’ndaki ilişkisi
hem eylemsel hem de hukuksaldır ki, 1514 Amasya Antlaşması’na dayanır.
Moğol istilasından sonra Anadolu’ya gelen Karakoyunlular, 1389’da Tebriz’i alarak başkent
yapar, batıya yönelir. 1400 yılında Timur’un ordularına yenilirlerse de Timur ölümünden
sonra 1406 yılında Tebriz’i yeniden ele geçirerek Azerbaycan’ı zapteder, varlıklarını korur.
Oğuzların Bayındır boyundan Akkoyunlular, XIV. yüzyılın sonlarında Horasan’dan gelerek
Azerbaycan, Harput, Diyarbekir arasındaki bölgeyi yurt tutar. 1350 yılında Karayülük Osman
Bey, Akkoyunluların başına geçer, 1398’de Sivas’ı ele geçirir, Timur’un Anadolu seferinde
öncülük eder, Timur’un izniyle Diyarbakır’da Akkoyunlu Beyliğini (1402) kurar. Osman
Bey’in ölümü üzerine Diyarbakır’a girerek iktidarı ele geçiren Uzun Hasan (1453–78), 1469
Tebriz’i alır, başkent yapar, Karakoyunlu Devletini yıkar.
13 Yüzyılda İran’ın kuzeyindeki Erdebil’de ortaya çıkan Saffevi tarikatının önde geleni Şah
İsmail, 1502 yılında Tebriz’i ele geçirir, Akkoyunlu Devletine son verir, Saffevi Devleti’ni
kurar; İran, Horasan, Irak, Gürcistan, Azerbaycan, Dağıstan, Türkmenistan, Doğu Arabistan
ve Doğu Anadolu’nun bazı kısımlarını egemenliği altına alır.
Saffevi Devletinin desteğindeki Erdebil Ocağı, Anadolu’nun birçok yerinde ocaklar açar, Hz.
Ali yandaşlığını yayar, Anadolu Türkmenler için bir çekim merkezi olur. Şah İsmail’in
Anadolu’ya doğru genişleme duygusu, tutkuya dönüşür.
Osmanlı, Safevilerin Anadolu’ya doğru yayılmasını durdurmak, Türkmen boylarıyla ilişkisini
kesmek için, dağınık Kürt aşiretlerini bir araya getirerek bir tampon bölge oluşturmaya karar
verir.
Safeviler ise, dağınık halde yaşayan, sürekli birbiriyle çatışan Kürt aşiretlerine Şiiliği dayatır,
Karakoyunlular Akkoyunlular gibi, kendi atadığı şeflerle aşiretleri yönetmeye çalışır.
Akkoyunluların başkenti Diyarbakır’da Uzun Hasan’ın Saray kâtibi olarak çalışan Bitlisli
Şeyh Hüsamettin Ali ölünce, yerine oğlu İdiris-i Bitlisi geçer. Safevilerin Akkoyunlu
Devletinin yıkması üzerine de İdris-i Bitlisi İstanbul’a kaçar, II. Beyazıt’a sığınır, hizmetine
girer.
Babasını zorla tahtan indirerek padişah olan Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’yi Kürt
aşiretlerle görüşmek üzere görevlendirir. 1514 yılının başlarında İdris-i Bitlis’i Kürt
beyliklerini ayrı ayrı ziyaret eder, Yavuz Sultan Selim’in önerilerini anlatır. 25 kadar Kürt
beyi, Amasya’da, Padişah Yavuz Sultan Selim’le bir araya gelir, görüşür, anlaşır.
Anlaşmaya göre:
Osmanlı, Kürt beyliklerini tanıyacak; beylikleri dış saldırılara karşı koruyacak; yöneticiliğinin
veraset yoluyla (babadan oğula geçme) el değiştirmesine, “kendi adlarına sikke bastırıp, hutbe
okutmasına” onay verecek, yönetim ve sınır değişikliklerini padişah fermanıyla yapacaktır.
Kürt beylikleri ise, Osmanlıya vergi ödeyecek; Osmanlının girdiği savaşlara milis verecek;
Osmanlının onayı olmaksızın sınır değişikliği yapmayacak, beyliklere ve komşulara savaş
açmayacaktır.
Böylece, Mardin, Urfa, Diyarbakır çevresindeki Sünni Kürt beylikleri ve bölge, savaşsız Osmanlı
egemenliğine girmiş ve tampon bir bölge oluşmuştur.
Padişah Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi’ye, “Kürt beyleriyle görüş, bir ‘Kürdistan
Beylerbeyi’ seçsinler” derse de beyler, bu öneriye yanaşmaz. Bunun üzerene önce İdris-i Bitlisi,
daha sonra da Bıyıklı Mehmet Paşa beylerbeyi atanır.
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürt beylerinden Saffevi kalıntılarının
temizlenmesini ister. Bu, Saffevi destekçisi Türkmenlerin temizlenmesi anlamındadır. Kürt
beylikleri, Alevi Türkmenleri ya imha ederek ya da Sünnileştirip Kürtleştirerek bu istediği
yerine getirir.
Osmanlı’nın buna destek olduğu, Alevi Türkmenlerin öldürülmesine, Kürtleştirilerek asimle
edilmesine göz yumduğu iddiası, bazı tarihçilerce sıkça dile getirilir.
Osmanlı, Kürt beyliklerini idari yönden, tam özerk, yarı özerk, sıradan beylikler (Sancaklar)
olarak yapılandırır; geleneksel yönetici aileleri güçlendirir, kendisine bağlar; bağımlı kıldığı
yöneticiler aracılığı ile aşiretlerin içişlerine karışır; halifelik sanını kullanarak, paşalık, mirlik,
emirlik gibi unvanlar vererek, muhtariyetin içini boşaltır.
Kürt Beylikleri, Osmanlı-İran sınırını kesinleştiren 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’na kadar,
Amasya Antlaşması’nın kendilerine biçtiği tamponluk görevini yerine getirir, kısa aralıklarla
sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarında Maku’dan Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız
“kaleler zinciri” oluşturur.
19 YY başlarına kadar, güneyde Osmanlıya bağlı olarak, Süleymaniye merkezli Baban,
Revanduz merkezli Sorhan, Amediye merkezli Behdihan, Çölemerik merkezli Hakkari, Cizre
merkezli Bothan, Garzan, Şirvan, Bitlis, Hoşaf merkezli Mahmudi, Hizan merkezli Müküs
beylikleri hüküm sürer.
Osmanlı, 18 yüz yılın sonlarına doğru, gevşek bağlarla bağladığı bu beylikleri, merkezileşme
yönündeki gelişmelere bağlı olarak, daha sıkı bağlarla bağlamak ister; genel kuralın dışına
çıkar, Süleymaniye ve çevresinin yönetimini Babani Emir İbrahim Paşa’nın ölümü üzerine
varislerine değil rakip aşiretten Halit Paşa’ya verir, “Emir” olarak atar. 1805 yılında,
Abdurahman Babani Paşa, veraseten emir olması gerektiğini ileri sürerek, başkaldırır. Bu
başkaldırı, Kürt beyliklerinin Osmanlıya karşı ilk başkaldırısıdır…
Bundan sonra, 1812’de Ahmet Babani Paşa, 1814’te Solhan Beyi Mir Muhammet, 1835’te
Cizre Botan Beyi Bedirhan, 1878 Şeyh Ubeydullah, 1895 Şeyh Abdülselam Barzani, 1913
Şeyh Şahabettin ve Molla Selim, 1914’te Şeyh Ahmet Barzani, Osmanlıya karşı bayrak
açanlardır.
1919’da Şeyh Mahmut Berzenci Heyet-i Temsiliye’ye; 1921’de Koçgiri Millet Meclisi
hükümetine; 1925’te Şeyh Sait, 1925’te Raçkotan ve Raman, 1925 ve 935’de Sason, 1926’da
Koçuşağı, 1926, 1927,1930’da Ağrı, 1927’de Mutki, Bicar, 1929’da Asi Resul, 1929’da
Tendürük, 1930’da Savur, Zeylan, Oramar, Plümür, 1937–1938’de Dersim ve 1984’den
itibaren de PKK, Türkiye Cumhuriyeti’ne bayrak açarak, çatışanlardır.
Bunların içinde isyan olarak nitelenebilecek 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait isyanıdır,
diğerlerini isyan saymak, oluş ve içerik açısından olanaksızdır.
PKK’nın yürüttüğü mücadele ise, açık çatışmadan kaçınan, vur kaçlarla, baskınlarla,
sabotajlara, tuzaklarla çeşitlenen, bağımsızlığı amaçlayan, “düşük yoğunluklu savaş” olarak
adlandırılan, milis örgütlenmesi ve kitle desteği olan, politik içeriği bulunan bir mücadeledir.
30 yılı aşkın süredir süren mücadele sonunda PKK, siyasi liderini kaptırmış, birçok
yöneticisini kaybetmiş, binlerce gencin ölümüne, cezaevlerine düşmesine neden olmuş,
bağımsız devlet kurma hedefini askıya almak zorunda kalmış, “ortak vatan” vurgusu yaparak,
federatif bir yapıyı kabul etme noktasına gelmiştir… Ülkede ve bölgede yaşananlar, bu
kabulle bağlantılıdır.
Kürt hareketinin, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı büyük bir meydan savaşı kazanmış gibi
sunulması (!), yapılanların abartılması (!), gerçekle örtüşmediği gibi gerçekleşmesi olanaksız
beklentileri artıran, toplumu ayrıştıran, tahrik eden bir söylem denilebilinir. Böyle bir
söylemin sorunu çözebileceğini düşünmek, iyimserlikten öte bir anlam içermez; çünkü,
sorunlar hayallerle değil, gerçeklerle çözülür (!)
Yeri gelmişken, Alevi Zazaların yaşadığı Dersim’e de kısa bir bakış sunmak yararlı olabilir.
Dersim
Kürt sorununda Dersim’in ayrı bir yeri olduğu yadsınamaz. Dersim, Anadolu’nun ortasında,
Alevi inançlıların yaşadığı bir alandır, inanç ve Zazaca önemli bir ayraçtır. Dersim, Aleviliğin
hoşgörüsü içinde laik bir yaşam tarzı içinde yaşarken, Güneydeki aşiretler Sünni inançlı
olmanın da ötesinde, ağırlıkla Nakşibendî tarikatındandır.
Dersim tarihi, bilenebildiği kadarıyla, Milattan önce Etilerin, Urartuların, Sümerlerin,
Asurluların, Perslerin, Lidyalıların, Sakaların (İskitler), Kimerlerin, Hunların, Romalıların,
Arapların; Milattan sonra Bizanslıların, Selçukluların, Osmanlıların ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihi içindedir.
Araplar, İslamiyet’in yayılmasına, İslam devletinin büyümesine bağlı olarak, Hz. Ömer
döneminde (634–644) Dersim’e kadar ulaşır; ancak bölgeye tam egemen olamaz. Bizanslılarla
Araplar arasında süren mücadelede de sık sık el değiştiren Dersim, Abbasi halifesi Harun
Reşit döneminde Erzincan bölgesiyle birlikte Arapların eline geçerse de Arap-Bizans
mücadelesi bölgede kesintisiz sürer.
Türk boyların Anadolu’ya ilk gelişinin MÖ.2000’ler Sakalarla olduğu, MS. 363–367 yıllarında
Hunların Kafkasya yoluyla Anadolu’ya girdiği, Urfa’ya kadar ilerlediği; MS. 466 yılında
Hunlara bağlı Ağçeri Türk boylarının (tahtacıların) ikinci göçü gerçekleştirdiği; üçüncü bir Türk
göçün Sibirler’ce yapıldığı ve bunların Şamanî Hazar Devleti’nin kuruluşunda etkin rol
oynadığı; Türkistan, Horasan bölgesinden gelen Türk boylarının Anadolu’ya girdiği, Abbasi
halifelerin Anadolu’nun İslamlaşması için bu boylarından yararlandığı; Malazgirt Savaşı’ndan
önce Bulgar, Peçenek, Kuman, Uz ve Avar Türklerinin Anadolu’da yer edindiği, Dersim’e de
yerleştiği savlanır.
1071’de Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diojen arasında
Malazgirt’te yapılan savaş, bir dönüm noktasıdır. Bu savaştan sonra Anadolu ve Dersim Türk
boylarının etkinliği altındadır.
1087’de Çubuk Bey, bölgedeki kısmi Bizans hâkimiyetine son verir, Dersim ve Harput’ta
hâkimiyetini kurar.
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı beyliklerin
yönetimindedir. Dersim, Erzincan, Sivas çevresi ile Mengücek Beyliği’nin; Nazimiye ve
civarı da Saltuklu Beyliği’nin egemenliği altındadır.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaatin Keykubat döneminde, Türkistan ve Horasan’dan gelen
Türkmen boylarının bir kısmı başta Dersim olmak üzere Erzincan, Erzurum ve Malatya’nın
dağ eteklerine yerleşir.
Moğolların Anadolu’ya akınları sırasında, Türk boyların büyük çoğunluğu, Dersimin,
Erzincan’ın, Erzurum’un sarp, yalçın dağlarına, kuytu mağaralarına, sık ormanlarına sığınır.
Moğolların önünden kaçan Harzimşahlar Devleti Hanı Celalettin Harzimşah, kuvvetleriyle
birlikte Dersim’in yalçın dağlarına sığınır, çarpışarak ölür, mezarı Dersimdedir.
Dersim’in kuzeyinde bir set gibi duran Munzur dağları, genişliği Yüz (100) km, derinliği Otuz
(30) km olan sıra dağlar silsiledir; denizden yüksekliği alçak yerlerde bin metreye, yüksek
yerlerde 3–4 bin metreye uzanır.
Dağ kitlesinin kuzey ve güneyinde birçok dere yatakları ve vadicikler vardır. Vadiciklerin
yamaçları sarp ve diktir. Dere yatak ve tabanlarında geçit olanağı bulunur; ancak bu geçitler
Temmuz-Ekim aylarında yol verir, diğer aylarda kar, sel, taşkın su nedenleriyle kapalıdır.
Dersimin bu doğal yapısı, Dersimliyi cesaretlendirir, bir direnme ve sığınma alanına
dönüştürür. Kalan, Abbasan, Kırgan, Bahtiyar ve Beyti gibi aşiretler sıkışınca bölgenin en
sarp vadisini oluşturan Kutu deresine sığınır, binlerce kişiyi alacak mağaralarda saklanır…
Dereler, vadiler, yaylalar arasında, araç kullanımına olanak tanımayan doğal geçitlerin,
yetersizlik, engellemelerle zor yapılabilmiş dar yolların kapladığı, yerel, bölgesel, merkezi
güçler arasında çatışmaların yoğun yaşandığı, sorunlu bir alandır Dersim.
Dersim aşiretlerinin MS.1.300 yıllarında Horasan’dan geldiği, başlıcalarının Şeyhhasanlı,
Kureyşanlı, İzoli, Hormekli (Erzincan/Gümüşhane), Şeydanlı, Karsanlı, Millanlı ve Bamsur
aşireti olduğu yörede yaygın bir kanıdır.
Bu aşiretlerin Horasan’dan gelmiş oldukları savı, Türk olduklarının bir kanıtı olarak da
sunulur…
Dersim, 1500 yıllarında, Osmanlı devletinin eline geçer. Dersim aşiretlerinin Alevi inancı,
bölgenin Osmanlı ile Safeviler arasında bir mücadele alanı, kaçma, göçme, sığınma yeri olmasına
yol açar. 1590’da Osmanlı Saffevi anlaşmasıyla mücadele alanı olması durursa da göçme,
kaçma, sığınma durumu sürer.
Osmanlının güney bölgelerinde görülen, aşiretleri esas alan bir beylik sistemi Dersim’de
görülmez. Dersim, bütün şarkta (doğu) sıkça görülen derebeylik sisteminin etkisi altındadır.
Halk, ağaya, beye bağlıdır, merkezi otoriteye karşı dışlanmışlıkla karışık bir isyan duygusu
taşır.
Osmanlıyı Dersim’de temsil eden yöneticiler, ilk başlarda Osmanlının ilişki kurduğu yerel
ağlar ve beylerdir.
Şekavet, yol kesmedir, köy basmadır, hırsızlıktır, malını verenin malını, vermeyenin canını
almadır, yani çapuldur.
Osmanlı, Kürtlerin yerleşik olduğu doğu ve güneydoğu bölgelerinde şekavet olaylarını
genellikle kuvvet kullanarak bastırmaya çalışır, Dersim’de ise idareyi maslahatçı bir tutum
takınır, kolay harekete geçmez ya da geçemez!
Osmanlının bu tutumu, aşiretleri cesaretlendirir; açlıktan, yoksulluktan, otorite boşluğundan
kaynaklanan şekavet olayları yaygınlaşır, Dersim’in dışına taşar, Harput, Malatya, Sivas,
Gümüşhane, Bayburt’a kadar uzanır…
Osmanlı, 1826’da Bektaşi inançlı Yeniçeri Ocaklarını dağıtıp Nizam-ı Cedit (düzenli askerlik)
düzenine geçince, Dersimliyi de askere almak ister. Bunun için yöredeki ağaları aracı kılar;
bunlara nişan, rütbe ve hediyeler verir, bey yapar, gönüllü askerlik için iknaya çalışır.
1860 yılında Erzurum Müşiri Samih Paşa ve Bölge Kumandanı İsmail Hakkı Paşa, Dersimin
güvenlik sorununu ele alır; Dersim içinde müstahkem (korunaklı) karakollar yaptırarak,
bunları birbirine bağlayarak güvenliği sağlamayı düşünür. Dersim, Şah Hüseyin’in eylemli
(fiili) yönetimi altında, Gülabi, Mansur ve Şeyh Süleyman ağların denetimindedir.
Bölge kumandanı İsmail Hakkı Paşa ile Erzurum Müşiri (Mareşal) Samih Paşa, Dersimin ileri
gelen ağlarını Erzurum’da toplar, güvenlik, vergi ve askerlik konularını görüşür; ancak, bir
sonuç alamaz.
Samih Paşa’da ağların bölgedeki etkinliğini kırmak için Şah Hüseyin’i yakalatır, Vidin’e sürer.
1863 yılında Vidin’den kaçan Şah Hüseyin Dersim’e gelir ve yeniden aşiretinin başına geçer.
Osmanlı, baş edemediği baş edemediği Şah Hüseyin’i 1875’te Plümer (Pülümür), Gülabi
Bey’i de Mazkirt (Mazgirt) kaymakamı olarak tanır.
1839 yılında ilan eden Tanzimat’tan sonra Dersimdeki idari teşkilatlarda görev yapan
kaymakamlar ve memurlar, genellikle, Dersimin ileri gelenlerinin çocuklarıdır. Şah
Hüseyin’in ölümü üzerine oğlu Ali Ağa geçer; Osmanlıyla iyi ilişkiler kurar, Erzincan’a
yerleşir.
Hozat civarında Şeyh Süleyman da etkinliğini pekiştirir.
1875 yılında Ahmet Muhtar Paşa, vergi (tekafil) ve asker vermeye yanaşmayan Dersim’in
ileri gelenlerini ikinci kez Erzurum’a davet eder. Plür (Pülümür) Kaymakam’ı Şah Hüseyin ile
Mazkirt Kaymakam’ı Gülabi Bey Erzurum’a gelir, Mansur Ağa ve Şeyh Süleyman davete
uymaz…
Ahmet Muhtar Paşa’nın önerilerine Plür (Pülümür) kaymakamı Şah Hüseyin itiraz eder,
Mazgirt kaymakamı Gülabi Bey destekler ve dönünce Mazgirt’te çalışma başlatır, ancak bu
girişim öldürülmesine neden olur.
Gülabi Bey’in öldürülmesiyle Mazkirt Kaymakamlığı’na Pülümür Kaymakamı Şah Hüseyin
atanır. Dersim’de etkinlik ise, Hozat ve çevresinin hâkimi Mansur Ağa’nın eline geçer.
1877’ye doğru Osmanlıyla Rusların arası açılır, savaş çıkma olasılığı artar. Bunu hisseden Dersim
ağalarının, Erzurum’daki Rus Konsolosuyla ilişki kurduğu ve Osmanlıya karşı yardım önerisinde
bulunduğu savlanır…
1877–1878 Osmanlı Rus Savaşı nedeniyle Hozat ve Mazgirt’te bulunan askeri birlikler
Erzurum’a nakledilir; Bunu fırsat bilen bazı aşiretler, Dersimdeki kışlaları basar, yerleşim
merkezlerini yağmalar. Savaşı sürerken aşiretlerin şekavetti artar. Şekavete karşı ilk tedip ve
tenkil hareketleri de bu dönemde görülür.
Osmanlı, 93 harbi denilen, 1877–78 savaşında Ruslara yenilir; Erzurum’u, Kars’ı, Batum’u
Ruslara bırakmak zorunda kalır ve Erzurum’da kalan kuvvetlerini Erzincan-Sivas üzerinden
İstanbul’a ulaştırmayı kararlaştırır; aslında kuvvet denilebilecek bir şey kalmamıştır.
Padişah II. Abdülhamit, Erzurum’da kalan askeri İstanbul’a getirmek için kayını Almus Paşa’yı
görevlendirir. Koçgiri Aşireti’nin ağası Alişar Bey’in oğlu Mustafa, Kızıldağ’a bakan Paci
Geçidi’nde Almus Paşa’nın perişan halde yürüyen askerlerini görür, koşa koşa babasına gelir,
durumu anlatır, “saldırayım, silahlarına el koyayım” der.
Alişan Bey, Osmanlı ile ilişkileri iyi olan, bölgeden asker toplamasına ve Ruslara karşı yapılan
savaşa yardımcı olan bir ağadır. Oğluna, “Oğlum askerlerin silahına el koyacağına getirip
karınlarını doyursana” diye karşılık verir.
Mustafa’da gider, Almus Paşa’yı ve askerleri konağa davet eder. Almus Paşa, askerin karnı
doyunca, ayrılmak ister. Alişan Bey, “Hava koşulları kötü, bu koşullarda bir yere gidemezsiniz,
havalar düzelene kadar burada kalın, biz ne yersek siz de onu yersiniz” diye ısrar eder. Kış
koşullarını da düşünerek öneriyi kabul eden Almus Paşa, yaklaşık üç ay askerleriyle birlikte
Alişan Bey’in konağında kalır; hava koşulları düzelince askerleriyle birlikte yola çıkar İstanbul’a
ulaşır; Alişan Bey’in konuk severliğini Padişah II. Abdülhamit’e anlatır, övgüler düzer.
Padişah, bu hizmeti karşılıksız bırakmamak için, Alişan Bey’i Saraya davet eder. En iyi atına
binerek Koçgri’den yola çıkan Alişan Bey, saray’ın yolunu tutar, İstanbul’a varır, Padişahın
huzuruna çıkar.
Padişah, “kış koşullarında ordumu felaketten kurtardın” diyerek Alişan Bey’i över, karşılığında
“Heybeli Adayı vereyim” der. Alişan Bey, Dersim’den ayrılmayı düşünmediğini belirterek bunu
kabul etmez. Öyleyse sizi Koçgriye paşa olarak atayalım derse de yaşlıyım, yürütemem diye buna
da karşı çıkar; oğlu Mustafa’nın Koçgiri’ye paşa olarak atanabileceğini söyler.
Padişah, Alişan Beyin oğlu Mustafa’nın yetiştirilmesi için İstanbul’a gönderilmesini irade buyurur.
Mustafa İstanbul’da eğitilir. Eğitimin bitiminde Padişah’la birlikte fotoğraf çekilmektedir. Padişah,
Mustafa’yla çektirdiği fotoğrafın altına, “Koçgirili Mustafa benim yularsız aslanım” diye yazar.
Erzincan’a gelerek kısa bir süre daha askeri eğitim gören Mustafa, Zara’ya paşa olarak atanır,
babasının öğütlerini tutarak bölgenin en etkili, yetkili kişisi olur.
Alişan Bey’in ölümüyle aşiretin lideri Mustafa Paşa’dır. Paşanın, babasının adını koyduğu Alişan ile
Haydar adlı iki oğlu vardır. Haydar, Ümraniye (İmranlı) nahiye müdürü; Alişan’da Zara
kaymakamıdır.
Mustafa Paşa, İmranlı’nın Hesanlar Aşireti’nden, 1873 doğumlu Alişer’i (Bazı kaynaklarda Alişir
=Aslan Ali olarak adı geçer) yanına kâtip olarak alır. Padişahın isteği üzerine Sivas’a giderken yolda
zehirlenir, 1892’de Sivas’ta ölür; vasiyeti üzerine Koçgiri Aşireti’nin liderliği Alişer Efendi’ye
verilir.
Alişer Efendi, Mustafa Paşa’nın oğlu Alişan ve Haydar beylerle birlikte aşireti ve bölgeyi
yönetmeye başlar. Osmanlı, Alişer’i yönetici olarak tanımaz; hakkında düzenli bilgi toplar.
Aşiretlerin şekavetlerinin artması, Kemaliye ve Çemişkezek yörelerinin talan edilmesi
üzerine, Eğinli (Kemaliye) Kaymakamı Osman Bey, Harput’tan (Elazığ) bir nizamiye
(piyade) taburu getirtir, Koçuşağı ve Ferhatuşağı aşiretleri üzerine yürür; Ferhatuşağı
aşiretinin lideri Alişan Bey ile adamlarını yakalar, Sinop’a sürer.
Aynı yıl Kırgan Aşireti Hozat’ı basar, yağmalar. Alay Komutanı Ali Bey, bir nizamiye taburu ile
Kırgan Aşireti üzerine 15 gün süren bir hareket yapar. Aşiretlerin birlikte hareket etmek için
görüştükleri bilgisini alınca da harekete son verir.
Aynı yıl Koçuşağı ve Şamuşağı aşiretleri birleşerek büyük gruplar halinde çevreyi yağmalar.
Hozat’ta bulunan Alay komutanı Ali Şefik Paşa, iki nizamiye taburu ile aşiretler üzerine
yürür, çıkan çatışmalarda bir miralay (albay), bir doktor ve 50 asker ölür.
Ali Şefik Paşa yardımcı kuvvet ister, ancak Harput (Elazığ) Valisi Nasuhi Paşa kuvvet
gönderemez; aşiretlerin dehaletlerini (pişmanlıklarını) kabul eder, olayı kapatır.
1893–1895 yılları arasında Dersim’de yeniden karışıklıklar olur, hükümet çok zor duruma
kalır. Arapkir ve Kemah halkı, Padişaha, Babıâli’ye (Hükümet) can ve mal güvenliklerinin
kalmadığını dile getiren telgraflar çeker.
Saray, Babıâli, Seraskerlik (Başkomutanlık), Anadolu Genel Müfettişi Müşir (Mareşal) Şakir
Paşa ile 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’dan bilgi alır. Paşalar, durumu özetler, yapılması
gerekenleri belirtir. Şakir Paşa’nın görüşü doğrultusunda harekete geçilmesi, ıslahat yapılması
kararı alınır; ancak, Zeki Paşa buna itiraz eder; İdari-i maslahatçılığın, hareketsizliğin,
kararsızlığın duruma hâkim olduğu yorumları yapılır.
1907 yılına kadar hükümet olaylara seyircidir, çaresizdir; Çemişkezek, Kemaliye,
Arapkirlilerin yakınmalarına kayıtsız kalır, göz yumar, kulak tıkar.
1907 Mayısı’nda havalar ısınınca, dağlarda karlar erir, sular geçit verir ve şekavet olayları
yeniden başlar; Dersim çevresindeki köylere, kasabalara saldırılar artar.
Nazmiye’nin Kureyşanlı Aşireti’nden Ali Çavuş, iki bin kişilik silahlı bir kuvvetle Kiği (Kığı)
köylerine; Hozat’ın Koçuşağı, Şamuşağı ve Resikuşağı aşiretleri silahlı adamlarıyla Kemah,
Çemişkezek köylerine baskınlar düzenler.
Yağma, yaralama ve öldürme olayları günlük olaylar haline gelir, köylüler can ve mal
güvenliğinin kalmadığını görerek kasabalara göçe başlar.
Olaylar karşısında hükümet kuvvetleri yetersizdir; bundan cesaret alan aşiretler, eylemlerini
daha da artırır, saldırılarını daha da yoğunlaştırır. Erzurum Valiliği, halkın ızdırabını dile
getirir, daha vahim durumlar olmadan kıştan önce tedip (uslandırma hareketi) yapılmasını
ister. Sadaret (başbakanlık), 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’yı hareket için görevlendirir.
Zeki Paşa, 600 redifi (terhis edilmiş asker) silâhaltına aldırır. Harput Livası Redif Komutanı
Neşet Paşa, 4 tabur, iki topçu müfrezesi ile 9 Kasım (Teşrin-i Sani) 1907’de dört koldan
harekete geçer. Rastladıkları aşiret kuvvetleriyle çatışır, aşiretlerin direncini kırar, dört beş
gün içinde aşiret kuvvetlerini dağıtır. Çeşitli mıntıkalarda 20.000 aşkın silahlı aşiret kuvvetti
bulunduğunu, bunları dağıtmak için en az 20 tabur askere ihtiyaç olduğunu, şu anda bu
kuvveti toplamanın mümkün bulunmadığını, kış koşulları nedeniyle karların dağları ve
geçitleri kapattığını, hareketin zorlaştığını saptayınca hareketi durdurur.
Hareketin durması aşiretleri cesaretlendirir. Koçuşağı, Şamuşağı ve Resik aşiretleri, intikam
almak için diğer aşiretlerle birleşme girişimi başlatır. Koçuşağı Reisi Halil Ağa’nın oğlu
İsmail’in tutuklanması, aşiretlerin elde ettikleri erzak ve hayvanlara el konulması, buğday
alım yasağı aşiretleri galeyana getirir.
Aşiretlerin birleşmeye çalıştıkları, dışarıdan silah ve cephane teminine uğraştıkları, havalar
açıldıktan sonra karakollara, kışlalara taarruz edecekleri, köyleri, kasabaları basacakları,
ilçeleri talan edecekleri yolunda söylentiler yayılır.
4. Ordu Müşiri (Mareşal) Zeki Paşa, “Esaslı bir tedip yapılmazsa, Dersimliler, Ermenilerle
beraber, bu sahayı fesat ocağı haline getirecekler” diye İstanbul’u uyarır.
Nisan 1908 ortalarında Koçuşağı çevreye saldırıya başlar, Pülümür aşiretlerini toparlar. Mayıs
ayının başlangıcında Karaballı Aşireti Reisi Kongo zade Mehmet, Ferhatuşağı Reisi Diyap
zade Süleyman, Diyap Ağa, Zeyno zade Mustafa, Alişar zade Kefo, Cemşit, İdare Hüseyin ve
Seyit adlı reisler, Kango zadenin evinde toplanır. Üç gün devam eden toplantı sonunda,
hükümet kuvvetlerine silahlı saldırı için ahit (anlaşma) yapılır, misak (yemin) edilir.
10 Mayıs 1908’de Alişar zade Kefo ve kardeşi, Hozat ve Soğuksu arasında askere erzak
götüren katırlara el koyar; bundan sonra bu tür hareketlere devam edeceklerini komutanlarına
iletilmesini sürücülerden ister. Posta kervanına da aynı tür eylem yaparlar.
Karaballı Aşiretinden 50 kadar silahlı kişi, Şuvak Köyü Jandarma Karakolu’nu basar, askerin
silah ve cephanesine el koyar. 18 Mayıs sabahı Ferhatuşağı’ndan Diyap Ağa ve Seyit Han,
Koçuşağı’ndan İdare Hüseyin ve Timur oğlu Hüseyin, Şamuşağı- ndan Alo, Resik Uşağı’ndan
Bekir, 500 silahlı adamla Çemişkezek’e saldırır.
Silahlı aşiretlere karşı bir müfreze gönderilir; çıkan çatışmada iki zabit (subay) yedi nefer
(asker) yaralanır. Müfreze kasabaya (Çemişkezek) geri çekilmek zorunda kalır; silahlı aşiret
üyeleri de Erkek Köyü’ne yerleşir. Saldırılara karşı koyacak, aşiretlerin silahlanmalarını
önleyecek hazır bir kıt’a henüz ortada yoktur.
19 Mayıs 1908’de, 2.000 kadar silahlı aşiret üyesi, Kakbil (Kakpir) müfrezesine saldırır, iki
asker ölür, yedi asker yaralanır, dördü de kaybolur, iki zabit (subay) ise esir düşer. Asiler,
müfrezenin bütün silah ve cephanesine el koyar, 25 neferi çırılçıplak soyar, serbest bırakır.
Aynı gün Diyap Ağa, adamlarıyla Çemişkezek’e baskın düzenler, Pertek ve çevresindeki köyleri
abluka altına alır, Pertek ve Dersim geçidini tutar, çevredeki tepelere yerleşir, telgraf hatlarını
keser. Kuvvet zayıflığı nedeniyle, 25 Mayıs’ta harekete ara verilir.
1. Haziran 1908’de Erzurum’dan Karahisar, Hamidiye, Koç- hisar taburları, Dersim’e hareket
eder. Birleşen kuvvetler, 2 Haziran’da Hozat’a 30 Km (6 saat) uzaklıktaki cevizlik mevkiinde
700 asiyle çatışır; iki gün içinde asi mevzilerini tek tek ele geçirir, 3 Haziran’da Hozat’a girer;
ancak, Çemişkezek, Hozat ve Ovacık yöresinde sayıları 10.000 aşan asi kuvveti karşısında
kalıcı bir başarı elde edemez.
2 Temmuz’da Yenihan Taburu Eğin’e (Kemaliye); Erzincan Taburu Kemah’a; Refahiye,
Tercan ve Kiğı taburları Plümere (Pülümür); Arapkir Taburu Dersim’e; 36. Hamidiye Alayı da
Ovacık’a gelir. Taburların Dersim’e gelmesi çatışmaları hızlandırır. Birkaç gün süren çatışma
sonunda ağır kayıplar veren Aşağı- Abbas, Bahtiyar, Karaballı, Ferhat uşağı aşiretleri, dehalet
(pişmanlık) eder, silah bırakır.
Kuvvet takviyesi ile 17 Temmuz 1908 sabahı başlayıp 28 Temmuz 1908’de durdurulan tedip
hareketi, 17 aşiretin dehalet etmesi ve silah bırakmasıyla sonuçlanır. Tedip kuvvetleri
direnişleri kırmağa çalışırken 4. Ordu Müşiri (Mareşal) Zeki Paşa, “Meşrutiyetin ilanı
sebebiyle Dersim’de kan dökülmesinin caiz olmayacağını, aşiretlerle anlaşmak suretiyle
harekete nihayet verilmesini” ister, hareket durur.
20 Temmuz 1909’da Dersim’de hareket yeniden başlar, Sarp geçitlerin, dik kayalıkların, derin
vadilerin, ince uzun derelerin, yüksek tepelerin olduğu, altmış yıldan beri devlet kuvvetinin
giremediği Haydaranlı Aşireti’nin bulunduğu bölge ele geçirilir, yüzden fazla asi ölür, hükümet
kuvvetlerine sığınma artar, 2 Eylül 1909’da hareket son verilir. Dersim silahsız ve saldırısız bir
döneme girer.
1911 yılında Pülümür mıntıkasında yeni ve büyük bir şekavet olayı yaşanır. Olay üzerine
Keçel, Haydaran, Bal, Aşgirik, Lolanlı ve Abbasuşağı üzerine yeni bir hareket yapılır.
Aşiretler, iki aylık bir direnmenin ardından, dehalet eder; yeni direnişler görüşme ve anlaşma
yoluyla önlenir.
1912’de yaşanan Balkan Savaşları sırasında da Dersim’de olaylar durmaz, I. Dünya Savaşı’na
kadar devam eder.
I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914’te Kırgan Aşireti, Sin Nahiyesi müdürünü kovar;
Kav, Arslan, Bezgar, Yukarı Abbas ve Bahtiyar aşiretlerinin yardımıyla Kırgan Aşiret Reisi
Süleyman Ağa vurulur; aşiret pişmanlık gösterir, çatışma durur.
Harbi umumide (I. Dünya Savaşı) şekavet azalacağı yerde artar. Kureyşen Aşiret Reisi Ali
Ağa, Şarki (doğu) Dersim aşiretleriyle birleşerek Nazmiye’yi işgal eder, Elaziz’e yürür;
Mazgirt, Pertek ve Çarsancak havalisinden geçerek Hozat Mutasarrıflık (kaymakamlık)
binasını kuşatır.
Bu sıralarda Ruslar, Bitlis, Muş, Hınıs, Mamahatun (Tercan) ve Rize’yi işgal eder, Dersim’e
yaklaşır, isyana kışkırtır, kimseye dokunmayacakları, istiklallerini tanıyacakları propagandası
yapar; Balabanlı ve Kureyşanlı aşiretlerinin bir alay kurmasını, Osmanlı kuvvetleriyle
çatışmasını, bağımsızlık için hazırlanmalarını ister.
Rus Kazakları, Pülümür içlerine dalar, Şah Hüseyin zade Mustafa Bey’in evine saldırır,
cariyelerini taciz eder ve tecavüzde bulunur. Bu olay, Mustafa Bey’in, Pülümür yöresinde
Ruslara karşı cephe almasına yol açar.
Ruslar, Erzincan’ı işgal eder, garba (batıya) doğru ilerler. Halit Paşa ve Hayri Bey
komutasındaki Osmanlı kuvveti bu ilerlemeye karşı koyarsa da Ruslar, Kemah, Refahiye,
Pülümür sırtlarına dayanır, orada kalır; Dersim’e giremez.
Rusların Tercan’a doğru ilerlemesi sırasında, Rusların da kışkırtmasıyla bazı aşiretler,
Osmanlının yıpranmış, zayıflamış kıtalarına saldırır, 36. Fırka’yı (Tümen) dağıtır, silahlarına
el koyar.
Erzurum’daki küçük zabit mektebi (asker okulu), Kemah Kardağı ve Sultan Seydi mevkileri
Caferi Aşireti’nin taarruzuna uğrar. Savaş ortamında aşiretler çok sayıda silah ve cephaneyi
ele geçirir. Silah almak için Ruslara nakliyecilik hizmeti verdikleri rivayet olunur.
Savaşın gidişatına bakan Alişer Efendi, 1916 yılında silahlı adamlarıyla Dersim dağlarına çıkar;
Ruslarla işbirliği arar, görüşür; bölgede “Özerk Kürdistan” yönetimi tanımaları karşılığında Ruslara
destek sözü verir.
Ruslar, Koçgrili Alişan ve firari Binbaşı Mustafa Bey aracılığı ile Dersim ağalarını Erzincan’a
getirtir, şeker, kahve, sabun ve para gibi hediyeler verir, nahiye müdürlüğü ve kaymakamlığı
vaadinde bulunur.
1916 yılında, doğu Dersim aşiretleri, Dersim’deki hükümet konaklarını işgal eder, yakıp yıkar,
Elaziz’e doğru saldırılar düzenler. Ruslar, Erzincan’a kadar gelir.
Alişer Efendi, hem Rusların Dersim’e girmesini engel olmak hem de Osmanlının etkinliğini kırmak
için Dersim’in çevresini kuşatır; Ovacık’ta bulunan Osmanlı birliğini dağıtır, göndere Özerk
Kürdistan bayrağı çeker ve bir yönetim oluşturur.
Bu yönetim, Seyit Rıza ve aşiretlerin önderliğinde 1937’ye kadar sürecektir.
Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler 1917 yılında Rus Çarlığı’nı devirir, Rusya’da Sosyalist Devrimi
gerçekleştirir; savaşan tüm devletlere barış çağrısı yapar; ordularını kendi doğal sınırları içine çeker.
Böylece doğu Anadolu’daki Rus işgali kalkar.
Rus işgali bitmesine karşın Alişer Efendi, Dersim dağlarından inmez! Alişer’in Ruslarla işbirliğini
ihanet olarak yorumlayan Osmanlı, bölgedeki ilişkileri düzeltmesi için Vehip Paşa’yı görevlendirir.
Vehip Paşa, Ruslarla işbirliği yapan Alişer görüşür, Alişer ve adamlarına af çıkartılmasını sağlar.
Dersim dağlarından inen Alişer, önce Zara’da bulunan Alişan Beyi ziyaret eder, sonra da İmranlı’da
bulunan Haydar Bey’in yanına gider.
4 Mayıs 1918’de İstanbul’da, Şura-ı Devlet (Danıştay) Başkanı Seyit Abdülkadir Efendi
başkanlığında kurulan Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti örgütlemeyi hızlandırır. İmranlı şubesini
açar. Haydar Bey başkan, Alişer Efendi yazman (sekreter) olur.
Koçgiri de bunlar yaşanırken, 4 Temmuz 1918’de VI. Mehmet adıyla tahta çıkan Mehmet
Vahdettin, 4 Ekim 1918’de İtilaf devletlerinden(İngiltere, Fransa, İtalya) barış ister. 30 Kasım
1918’de mütareke (ateşkes) imzalanır.
Mustafa Kemal, Samsun havalisindeki gayrimüslimlere azınlıklara yönelik saldırıları önlemek,
bölgede huzuru sağlamak için İstanbul Hükümetince Samsun’daki 9. Ordu Müfettişliğine atanır.
Samsun ve çevresindeki mülki ve askeri idarelere emir verme yetkisini kapsayan bir talimatnameyi
düzenletip imzalatmayı başaran Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Olayları
araştırır, işgalcilere güvenen gayrimüslim azınlıkların Müslüman halka baskı yaptığını saptar,
padişaha ve hükümete durumu bildirir, ordu birliklerine ve mülki idarelere yönergeler yayınlayarak
Anadolu’nun işgaline karşı çıkılmasını, protesto gösterileri yapılmasını ister, milli kurtuluş sürecini
eylemli olarak (fiilen) başlatır.
Emperyalist işgale karşı Anadolu’da Milli Mücadele hazırlıkları, örgütlenme çalışmaları sürerken,
Koçgri’de hareketlilik artar.
1893 yılında Ovacık’ın Bornak Köyü’nde doğan, ilk ve orta öğrenimini bölgede yapan,
İstanbul’daki Baytar mektebine (Veteriner Okulu) okuyan Mehmet Nuri Dersim’i, öğrenciyken
faaliyetlerine katıldığı Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti’nin girişimiyle, Koçgiri’ye baytar olarak
atanır.
Kangal, Divriği ve Gürün bölgesinde baytarlık yapan Nuri Dersimi, bölgede Kürt Teali Cemiyeti’ni
örgütlemeye başlar.
Koçgrili Mustafa Paşa’nın oğlu Haydar Bey ise, bazen İstanbul’a giderek, bazen kurye göndererek
Kürdistan (Kürt) Teali Cemiyeti’yle olan ilişkisini geliştirir.
1919’ın yılının sonbaharında Haydar Bey, Dr. Nuri Dersim’i İstanbul’dan, Alişan ve Alişer beyler
Dersim’den yola çıkar, Boğaz-veran’daki Alişan Bey’in konağında buluşur; durumu
değerlendirmesi yapar, bağımsız bir Kürt yönetimi oluşturmak için Dersim ve Koçgiri’de bulunan
aşiretlerin bir araya getirtilmesi kararı alır.
Alınan karar doğrultusunda Zara, İmranlı, Kangal, Hafik, Divriği ve Refahiye bölgelerinde
örgütlenme hızlandırılır; Beypınar, İmranlı, Celali, Sincar, Hemo, Zmara ve Domurca’da Kürdistan
(Kürt) Teali Cemiyeti’nin şubeleri açılır. Alişer Bey ise, Ovacık, Hozat, Refahiye ve Dersim
şubelerinin kuruluşunda öncüdür.
Mustafa Kemal önderliğinde yükselen milli mücadele, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas
kongreleri, açılan Büyük Millet Meclisi, kurulan milli hükümet, emperyalist işgale karşı olmanın
yanında, Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız ya da özerk herhangi bir oluşumun karşısında
olduğunu açıkça ilan eder.
Alişer Efendi, bunu, bir şiirinde şöyle dile getirir:
“Sarı paşa
Çetelerden sonra girip savaşa
Geçmiştir başa.
Ankara’da otağa kurulup
Bizi oyalamakla
Başlamış işe”
Dr. Nuri Dersimi, bir ihbar üzerine 20 Aralık 1919’da yakalanır, Sivas cezaevine konur.
Seyit Rıza, “Dr. Nuri Dersimi serbest bırakılmazsa büyük bir askeri güçle Sivas’a hareket edeceğini
Mustafa Kemal’e” bildirir.
21 Ocak 1920’de, Elaziz Vilayeti’nce İstanbul’a çekilen bir telgrafta, “Hükümetin zaafı ve bazı
hainlerin tahriki ile Dersim civarına, Eğin, Çemişkezek, Arapkir ve Pertek köylerine tecavüzler
olmuş, ağnam (koyun) ve mevaşi (hayvan) gasp edilmiş ise de jandarma ve ahalinin mukavemeti ve
mevsim koşulları nedeniyle tecavüzler men edilmiştir” denir.
Bu olaylar artarken Mustafa Kemal, Alişan Bey’le bir görüşme yapar, milletvekilliği önerisinde
bulunur. Bu öneriyi önce kabul eden Alişan Bey, Koçgiri’de ileri gelen bazı ağaların karşı
çıkmasıyla vazgeçer, meclise giren 72 Kürt kökenli milletvekilini de eleştirir.
Böylece, Alevi inançlı Koçgiri, bir anlamda, Kuva-yı Milliyeye karşı tutum alır.
Alişan Bey, kardeşi Haydar Bey, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne ve Paris’teki barış
görüşmeleri heyetine telgraflar çeker, çektirir:
“..Mecliste bulunan milletvekillerinin Dersimi temsil hakkına sahip değildir” denir;
“Dersimin bağımsız bir idare istediği… Konfederasyon şeklinde meclisle iş birliği
yapabileceğini…” bildirir.
Mustafa Kemal’in mebusluk önerisi, Sivas Cezaevi’nde tutuklu bulunan Dr. Nuri Dersimi’ye de
yapılır.
Dr. Nuri Dersimi, Mustafa Kemal’in isteği üzerine serbest bırakılır, Koçhisar’da kendisine verilen
Süleymaniye Çiftliğine yerleşir, uzun bir süre sonrada öneriye olumsuz yanıt verir.
Alişer Efendi’yle herhangi bir görüşme olmaz, herhangi bir öneride de bulunulmaz.
Hozat’ın Şam-Şemuşağı (Şeyh Hasanlı) reislerinden Hasan Hayri Bey, Mustafa Kemal’in istemi
üzerine yerel giysileriyle meclise gelir, Türklerle Kürtlerin kardeşliği üzerine bir konuşma yapar.
Kangal’a bağlı Yellice’de bulunan Hüseyin Abdal Tekkesi’nde bir araya gelen Alişer Efendi, Nuri
Dersimi, Alişan Bey, Haydar Bey, Mahmut Bey, Azimet Bey, Yüzbaşı Sadık, Direjan, Canbegan,
Kurmeşan ve bazı aşiret reisleri, durum değerlendirmesi yapar, Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ,
Erzincan, Malatya, Dersim ve Koçgri’yi içine alan bağımsız bir Kürdistan kurmak için silahlı
ayaklanma kararı alır.
Karar sonrası Sivas, Elazığ yöresinde bulunan Koçgiri Aşireti’nin silahlı adamları, Kuva-yı Milliye
güçleriyle çatışmaya girer.
Alişer Efendi, aşiretler arasında kalıcı bir ittifak kurulmasını sağlamak için 200 kadar silahlı
adamıyla Dersim dağlarını aşar, Hozat’a geçer.
Kuruçay, Kemah, Ovacık üzerinden Hozat’a ulaşan Alişer Efendi, bir toplantı yapar.
Seyit Rıza, “Hozat aşiretlerine güvenmiyorum!..” diyerek toplantılara katılmaz.
15 Kasım 1920’de yapılan toplantıda, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması amacıyla, 1921’in
ilkbaharında ayaklanmak için yemin edilir, Ankara hükümetine asker vermeme, karakol ve
cephanelerine el koyma, Dersimdeki hükümet kurumlarına ve askeri varlığına son verme kararları
alınır ve “Hozat Muhtırası” hazırlanır.
Hozat’taki Abbasan Aşireti Reisi Meço Ağa (Mustafa Ağa), “24 saat içinde cevap verilmezse
gözlerini oyarım” diyerek muhtırayı Dersim Mutasarrıfı Rıza Bey’e verir. Rıza Bey’de, Elazığ’dan
çektiği telgrafla Ankara’ya iletir.
Muhtırada, “İstanbul Saltanat Hükümeti’nin Kürdistan Muhtariyet İdaresine muvafakatine dair
kararının Ankara hükümetince tanınıp tanınmayacağının bildirilmesi, Elazığ, Malatya, Sivas ve
Erzincan ve bölge hapishanelerindeki Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması, Türk memurlar
ile Koçgri bölgesine gönderildiği haberi alınan askeri birliklerin derhal geri çekilmesi” istemleri yer
alır.
Ankara Hükümeti, sorununun çözümü için Elazığ’da oluşturulan bir heyet gönderir, ancak bu heyet
yetersiz kalır, Elazığ’a geri döner.
Ankara Hükümeti, Koçgri ve çevresine asker ve cephane yığmaya başlar, sorunu uzlaşmayla
çözmek ister, Anadolu ve Rumeli işgal altındayken bunları konuşmanın sırası değildir der.
Görüşmelerden bir sonuç çıkmaz, Koçgri Aşireti’nin silahlı adamaları, Giresun’dan Eğin’e
(Kemaliye) gitmekte olan ordu birliğine saldırır, cephane ve silahlarına el koyar.
Olayların silahlı kalkışma noktasına ulaşacağını öğrenen ve anlayan Ankara Hükümeti, Dersim’e
yeni bir “Nasihat Heyeti” gönderir.
Elazığ Valisi’nin başkanlığında oluşturulan Nasihat Heyeti, Dersim ve Koçgri aşiretlerinin ileri
gelenleriyle görüşmeler yapar; Abbasan Aşireti’nden muhtırayı gönderen Meço Ağa ile Ferhatan
Aşireti Reisi Diyap Ağa’nın, Şemuşağı aşiretinden Osmanlı binbaşısı Hasan Hayri ile Ahmet Remzi
Bey’in Dersim mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne girmelerini sağlar. Meço Ağa, aşiretini
Dersim ittifakından çeker. Bu gelişmeler ayaklamanın önderlerini ikna etmez.
Ayaklanmanın önderliği, “Sevr Muahedesi (anlaşması) gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis,
Dersim vilayetlerinde müstakil (bağımsız) bir Kürt devleti oluşumunu” ister, “…aksi takdirde silahla
bu hakkın alınacağını” belirtir.
Meço Ağa’nın, Diyap Ağa’nın, Ahmet Remzi ve Hasan Hayri beylerin Dersim mebusu olarak
Büyük Millet Meclisi’ne girmeleri, başta Seyit Rıza olmak üzere aşiret reislerinin tepkisine neden
olur; mebus olanları ihanetle, Ankara Hükümeti’ni de hilecilikle suçlarlar.
Dersim mebusu olanlar, ayaklanmanın liderlerine ihanet etmediklerine ilişkin mektuplar yazarlarsa
da ikna edemezler.
İsyandan yana aşiretler, Seyit Rıza’yı aşiretlerin silahlı gücünün başına getirir. Seyit Rıza, yüzlerce
silahlıyla Dersim merkezini işgal eder, bir yönetim kurar. Mebus olanların Dersim’i temsil
edemeyeceklerini Ankara’ya telgraflarla bildirir.
Bu gelişmeler Dersim mebuslarını Mustafa Kemal’e daha da yakınlaştırır…
Ayaklanma tarihi, Dersim dağlarının geçit vereceği ilkbahar aylarıdır. Ayaklanmanın liderleri
Alişan ve Haydar beylerdir, askeri sorumlular ise Alişar Bey ve Baytar Nuri Dersimi’dir.
Ankara Hükümeti, bahar aylarını beklemeden harekete geçer.
13 Şubat 1921 günü Miralay Halis Bey’e Ümraniye’ye (İmranlı) girmesi emredilir. İsyancılar da
baharı beklemeden harekete geçer, isyan başlar; Hükümet’in de istediği budur!…
Miralay (Albay) Halis Bey, aşiret reislerine silahlarını teslim etmelerini, aksi takdirde tenkil (silahla
dağıtma) edileceklerini duyurur.
İsyancılar, bu tehdide Sivas’tan Zara’ya gönderilen Jandarma Taburu’nun önünü keserek, tabur
komutanını ile askerleri tutsak ederek yanıt verir.
Önceden Zara’ya yerleştirilen 6. Süvari Alayı ise, İmranlı’ya doğru hareke eder. İmranlı’daki
isyancılar Dersimli aşiretlerden yardım ister. Ankara, İmranlı Nahiye Müdürü Haydar Bey’i azleder.
4 Mart 1921’de İmranlı’ya giren Miralay Halis Bey komutasındaki kuvvetler isyancıları tutuklar, bir
birlik refakatinde Zara’ya askeri merkeze gönderir.
Bir aşiret kuvveti bu birliğin önünü keser, çatışma çıkar, askerler rehin alınır, tutuklu isyancılar
serbest bırakılır, birliğin elindeki top, tüfek, at ve katıra el konulur.
6 Mart 1921’de Koçgri Aşireti’nin silahlı adamları, Ümraniye’ye saldırır, bir günlük kuşatmanın
ardından şehri ele geçirir; Haydar Bey’in görevden alınma kararına karşı göndere “Kürdistan
bayrağı” çekilir.
8 Mart 1921’de Dersim Ovacık aşiretlerinden oluşturulan 2.500 kişilik bir kuvvet, hedik ve lakak
denilen kalburlarla karlı dağları aşar, isyancılara destek vermek için Kemah’a ulaşır, İmraniye’ye
doğru ilerler, Fırat Nehri üzerindeki Şeytan Köprüsü’nden geçer, Kuruçay’ı, Refahiye’yi, Celalli ve
Koçhisar’ı ele geçirir.
10 Mart 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi, Elazığ, Erzincan, Sivas’ın Zara, Divriği ilçelerinde
sıkıyönetim ilan eder; sıkıyönetim komutanlığına da Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa
(Sakallı Nurettin Paşa), Sivas valiliğine de Cemal Bey’i getirilir.
11 Mart 1921’de, Koçgiri Aşiret liderlerinden Mahmut, Taki, Alişer, Dersim aşiret liderlerinden
Mustafa, Seyithan, Muhammet ve Munzur, Büyük Millet Meclis’i başkanlığına bir telgraf çeker;
Zara hariç olmak üzere Koçgri kazası ile Divriği, Refahiye, Kuru- çay ve Kemah kazlarından oluşan
bir vilayet oluşturulması ve vilayete bir Kürt vali atanmasını ister.
Dersim dağlarının batısı, Munzur dağlarının kuzey yamaçları ile Kızılırmak arasındaki bölgede,
Nurettin Paşa komutasındaki kuvvetler aşiret kuvvetlerini kuşatır,
Ayaklanma, Alişan Bey’in teslim olduğu 17 Haziran 1921’e kadar sürer.
Ayaklanma sonrası sağ ele geçirilen 400 isyancıyı Yozgat’tan gönderilen İstiklal Mahkemesi
Sivas’ta yargılar. 15’i yüze karşı, 95’i yokluğunda idama, 180’ni de 5 yıl ile ömür boyu hapse
çarptırılır.
Mustafa Kemal, isyanın askeri sorumluları Alişer Efendi ile Baytar Nuri dışındakileri bir af yasası
ile asılmaktan kurtarır.
Koçgri ayaklanması bir Alevi Zaza ayaklanmasıdır, Sünni Kürt aşiretler arasında ve Kürt Teali
Cemiyeti içinde yeterli destek bulamaz; Erzurum mebusu dışında tüm bölge mebusları da tenkil
hareketini onaylar, durağan bir dönemin başlangıcı olur…
Böylece, 1921 Alevi Zaza Koçgri isyanını milli mücadeleyi engelleme, bölme; 1925’te Sünni Zaza
Şeyh Sait isyanını laik düzen karşıtı ve ülkenin siyasi birliğini parçalama girişimi olarak; bunlar
dışındaki Raçkotan ve Raman (1925), Sason (1925, 1935), Ağrı (1926, 927,1930), Mutki,
Bicar (1927), Asi Resul (1929), Tendürük (1929), Savur, Zeylan, Oramar (1930) ile Koçuşağı
(1926), Pülümür (1930), Dersim (1937–1938) olaylarını, milli devletin inşası süreci içinde yaşanan
şekavetti önleme, ağlık, şeyhlik düzenini yıkma, feodal düzenin bağımlılığından kurtarma, devlet
otoritesini sürekli ve kalıcı kılma amaçlı, tedip ve tenkil olarak değerlendirebiliriz.(*)
Bütün bu tarihsel yaşanmışlar sonra, Kürtlerin, Türkiye’den ayrılacak bir devlet oluşturmanın
zorluğunu bildikleri, federatif bir yapı içinde dar bir bölgeye sıkışmanın anlamsızlığını gördükleri,
AKP’nin barış adı altında sürdürdüğü, Sünni İslami referanslı, bölgeyi karıştırıcı, laiklik karşıtı,
muhafazakâr, despotik politikalarını anladıkları kanısıyla, ne yaptığını bilmeyen, akıntıya kürek
çeken, iktidar yandaşlığıyla tescillenmiş, Taksim Gezi Parkı olayında halkın ayrımsız tepkisine
şaşırmış Akillere, çoğunlukla, inanmayacağından kuşku duymuyorum!
Av. Mehdi BEKTAŞ
06.06.2013
(*Olayların detayı, aşiretlerin durumu, şekavet, tedip ve tenkil hakkında geniş bilgi için, bakınız: :Kürt Sorununda Dayatma Barış mı Savaş mı? Mehdi
BEKTAŞ, Su Yayınları, Mart 2012)