II Av. Mehdi BEKTAŞ
15.05.2013
Akil’ler, iktidarın desteği ve devletin olanaklarıyla ülkeyi turlamaya
başladıklarına, valilerce, kaymakamlarca törenle, halkçı, ulusalcı, milliyetçi
unsurlarca protestolarla karşılandıklarına, güvenlik güçlerinin koruma çemberi
içinde toplumu iknaya çalıştıklarına ve Akil’in başına raporlar sunduklarına
göre, salt “barış” sözcüğünü kullanarak Türk halkını ikna edebilecekler mi?
İktidarın Sünni İslamcı penceresinden bakarak, onlarca yıldır savaşan ayrılıkçı
Kürt hareketini tatmin edip Kürt sorunu çözebilecekler mi?
Bu soru, her insanın kafasına kazınmış ciddi bir soru, sonucu da gerçekten
merak konusu!
Bu soruya yanıt ararken önce Türk’ün adına, coğrafyasına, tarihine bir bakalım,
Türk Milleti’nin ne anlama geldiğini, nasıl oluştuğunu irdeleyelim de iyi niyetli
olduğumuz anlaşılsın, çözüme katkı sunma isteğimiz samimi bulunsun, Akiller
de boşa kürek çekmemiş olsun!
Türk/Türkler
9 ve 10 yüzyıl Bizans kaynaklarında, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar
uzanan topraklara coğrafi olarak Türkhia (Türkiye) denildiği ve kullanıldığı
belirtilir.(1/I,41). Bu coğrafyaya Türkiye (Türkhia) denilmesinin, bu coğrafyada Türk
toplulukların, boylarının yaşamış ve yaşıyor olmasından kaynaklanmış olmalı.
Geçmiş yüzyıllarda Türk adının pek sık kullanıldığı söylenmez. Tarih kitaplarına
bakıldığında Türk budunu (=boy/kavim) olduğu savlanan Hun, Oğuz, Uygur,
Kırgız, Karluk, Sabar, Kıpçak, Peçenek, Uz, Onok, Hazar, Avar gibi adların daha
sık kullanıldığı görülür. Bunlardan Hunlar, Sabarlar, Hazarlar, Avarlar, Peçenekler,
Uzlar (Şamanî Oğuzlar) vb. gibi göçebe toplulukların, yerleşiklerle giriştikleri
ekonomik, askeri, kültürel ilişkiler sonucu, çözüldükleri, dağıldıkları, hatta erdikleri
vurgulanır.(1/I,121) . Türk adlı tek bir boydan (kavim) pek söz edilmez. Devlet kuran
boy adlarıyla, Selçuklu, Osmanlı gibi hanedan adları daha çok öne çıkar. Göçebe
boyların birlikteliğine dayanan Hunların, Göktürklerin, Uygurların adları yaşanan
tarihsel bir dönemi vurgulamaktan daha öte değildir, Müslümanlığı benimsemiş
Oğuzların Kınık boyuna dayanan Selçuklu ile Kayı boyuna dayanan Osmanlı adı
her zaman Türk adından öndedir. Selçukluya göre Türk, “barbar, uslanmaz”;
Osmanlı’ya göre “Etrak-i bi idraktir(=idraksiz=Türkmen/Yörük=kaba saba Türkçe
konuşan göçer=kasabalı/köylü). (2/22)
Türk Adı
Türk adına, efsane ile karışık çeşitli anlamlar yüklenir. Çin kaynaklarında, Göktürk
İmparatorluğu’nun kurucu olduğu söylenen Aşina soyunun demircilik yaptığı
Altaylardaki dağlardan birisinin zirvesinin miğfere benzediği, bu nedenle Aşina
soyunu oluşturanlara “miğfer” anlamına gelen “Türikten” türediği ileri sürülür.
İslami kaynaklar, Türk sözcüğünün Arapçada terk olarak okunması nedeniyle “terk
edilmiş, bırakılmış” anlamında olduğunu yazar.
Kaşgarlı Mahmut, “Olgunluk çağı” anlamında kullanır.
Ziya Gökalp, “türeli- töre sahibi” diye açıklar.
Drofer, Orhun yazıtlarındaki Türk deyimini, “devlete bağlı halk, uyruk” biçiminde
yorumlar.
Müler, Türk sözcüğünün Uygur metinlerinde, “erk” sözcüğü ile yan yana olduğunu
vurgular, “kuvvet” anlamındadır der. (1/I,295)
Böylece Türk sözcüğünün, “doğan, türeyen, çoğalan” ya da “güçlü, kuvvetli,
kudretli, olgun” anlamlarında kullanıldığı söylenebilir.
Bu gün, Altay Dil Ailesinin bir alt kolunu oluşturan Türkçe’yi, çeşitli ağız, şive ve
lehçe farkıyla konuşan halkalara da Türk deniyor. Türk dilini konuşan grupların en
büyüğü olarak Oğuzlar kabul ediliyor. Anadolu Türkçesi, Azerice, Türkmence bu
gruba giriyor. Bu diller arasındaki farkın şive farkı olduğu belirtiliyor. Türkçe kabul
edilen Uygurca, Kırgızca, Kıpçakça, Özbekçe gibi dillerin kendi aralarında ve
Oğuz diliyle gramer farkı var deniliyor. Şive farkı olanların birbirinin dilini
anladıkları, gramer farkı olanların birbirinin dilini anlamadıkları vurgulanıyor.
Türk Coğrafyası
Asya’dan Avrupa’ya, Kafkaslara, Balkanlara, Ortada Doğu’ya ve Anadolu’ya
doğru yapılan göçlerle gelenlerin atalarının ilk yaşadıkları yerin, ilk ana yurtlarının,
Orta Asya adıyla anılan yüksek yaylalardan oluştuğu, burasının güneyde Kve-lün,
Pamir, Hindikuş Dağları, kuzeyde Sibirya orman bölgesi, batıda Hazar Deniz’i,
doğuda Çin ile çevrelenen, Asya’nın Büyük Kadırgan (Kingan) Dağları’ndan
Baykal Gölü’ne, oradan Altay Dağları’na, İtil (Volga) Havzası’na, Hazar
Denizi’nden Hindikuş, Pamir, Karakum, Karanlık Dağları yoluyla Sarı Irmağa
kadar uzanan, Kingan Dağları’yla buluşan coğrafi bir alan olduğu saptanıyor. (3/25)
Burada, “Tarih devirlerinden binlerce yıl önce, şimdi yerlerini çöller, kumsallar,
bozkırlar, bataklıklar, sığ göller almış olan engin bir iç denizin bulunduğu… İlk
medeniyetin bu iç deniz kıyılarında ve iç denizlere dökülen ırmakların engin
vadilerinde fışkırdığı” vurgulanıyor. (3/26)
Türklerin ilk yurtlarının Orta Asya olduğunu kabul eden araştırmacılardan bir
kısmı, Türklerin MÖ V (beş) binlerde, çoğalma, sıkışma, boylar arası çekişme,
otlak yetersizliği, kuraklıktan kaynaklan kıtlık gibi kimi nedenlerle Asya’nın
doğusuna, batısına ve güneyine doğru göçe başladığı, Mezopotamya’ya, İran, Mısır
ve Eğe havzasına ulaştığı, yerleşik halklarla buluştuğu, hata bu bölgelerde
egemenlik kuran Sümer-Elam, Eti ve Troykalıların ataları olduğu savındadır. (3/30)
Kimileri de Türkleri, yaşam koşullarının kötüleşmesiyle birlikte, MÖ 800’lerden
itibaren batıya doğru göçen, Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Don ve Tuna Nehri
vadilerine kadar uzanan (MÖ 200), Orta Asya’nın büyük bir bölümüne 500 yıldan
fazla egemen olan, büyük bir kabileler birliği oluşturan, Avrupa’yı baştanbaşa ele
geçiren ve tarihin en büyük bir imparatorluğunu kuran (MS 370) Hunlara bağlar.
Türklerin 4–5 bin yıllık bir tarihe sahip olduğu, MÖ VIII yüzyıldan itibaren batıya
doğru akan boyların, MÖ VII yüzyılda Sakaların, MÖ II. yüzyılda Karadeniz’in
kuzeyine kadar indikleri, Don ve Tuna Nehri havzalarına kadar geldikleri;
güneybatıya doğru ilerleyenlerin Maveraünnehir üzerinden İran, Irak,
Azerbaycan’a ve buralardan da Anadolu’ya girdikleri, milattan sonrada bu göçlerin
hız kesmeden sürdürdüğü genel bir kabuldür. Bu kabul, Orta Asya’dan Orta
Avrupa’ya kadar uzanan topraklara coğrafi olarak Türkhia (Türkiye)
denilmesinin, Orta Asya’da, Doğu Avrupa’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Ortadoğu
ve Anadolu’da Türk boylarının yerleşmesinin önemli kanıtıdır.
Türklerin Tarihi
Türklerin neden bir etnisiteye indirgenemeyeceği, Türk boylarının yaşadığı
coğrafya göz önüne alındığında, içinde olduğu ya da kurduğu devletler
incelendiğinde çok net olarak anlaşılır.
Türk boylarının Ortaya Asya’da kurduğu ya da kuruluşunda yer aldığı ilk devlet,
M.Ö 220’de kurulan Büyük Hun Devleti’dir. MÖ 51’de ikiye bölünen bu devletin
doğusunda kalan boylar Çin’e boyun eğerken, batısındakiler Asya içlerinden
Avrupa’ya doğru yolculuklarına devam eder, MS IV yüzyılda Volga Irmağı’nı
geçer ve Batı Hun Devleti’ni kurar, kısa bir sürede Avrupa’yı tehdit eder, 434’te
Bizans’ı haraca bağlar, Atilla yönetiminde Balkanlara iner, İstanbul’un yakınlarına
kadar gelir, 455’te Germen ordularına yenilerek dağılır. V. yüzyılın ortalarında
Orta Asya’dan güneybatıya yönelen ve Hindistan’a inen boylar ise Ak Hun
Devleti’ni (Eftalit) kurar, İpek Yolunu ele geçiriri, 652’de Sasani ve Bizans
işbirliğiyle yıkılır.
Hunlar, hem Türklerin hem de Moğolların ataları sayılır. Tıpkı Cermenlerin hem
Norveçlilerin, hem Almanların hem de İngilizlerin ataları sayıldığı gibi. Şu halde
Hunlar, Türklerin ya doğrudan doğruya atalarıdır yahut da Türkler Hunların bir
koludur. (4/ 11)
Anadolu’ya kadar gelen göçebe toplulukların Asya’da kurduğu ikinci devlet
Göktürk Devleti’dir.(MS.552–744). Türk adı, ilk kez bu devlettin adında yer
alır,“Türk budunu” diye Orhun kitabelerinde geçer…
Türk adına siyasi bir nitelik kazandıran Göktürklerdir. VI yüzyılın ilk yarısına
kadar Moğol asıllı olduğu kabul edilen Juan-Juanların egemenliği altında yaşayan
boylar, 546 yılında Çinlilerin Tiela adını verdikleri Kuzey Kabileler birliğinin
saldırısına uğrar, saldırıya karşı koyan ve 552 yılında Tu-menleri (Bumin Kağan)
önderliğinde ayaklanan boylar Göktürk Devletini kurar. Ak Hun Devleti’nin
yıkılışıyla karışıklığa sürüklenen Orta Asya’nın da hâkimi olur. Göktürklerde
Hunlar gibi boylar birliğine dayanır, doğuda Çin’e batıda Bizans’a kadar genişler.
(5/23)
X.yüzyılın başlarında Oğuzların, Peçeneklerin, Uzların (Şamanî Oğuzlar),
Avarların, Kıpçak, Karluk, Yağma, Çiğil, Bulgar, Başkırt gibi boyların
Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru ilerlemesi, Balkanlara geçmesi, XI.
Yüzyıldan itibaren buralara yerleşmesi, Avrupalı kavimlerle yüz yüze getirir.
Özellikle Bizans’a paralı asker olma yolunu da açar. Oğuzların bir kolu da Seyhun
Nehri civarından Ön Asya’ya doğru ilerler, Kıpçaklar Hazar Denizi’nin kuzeyinden
Karadeniz’e uzanır.
İslamı cihatla (Savaşla) yaymak isteyen Araplarla Türklerin ilk karşılaşması 642’de
Maveraünnehir’de (Sir Derya=Seyhun-Amu Derya=Ceyhun nehirleri bölgesi) olur.
Araplar, tüm uğraşlarına karşın, Göktürklerin dirençli savunması karşısında bir
adım ileri gidemez.
Göktürk Devleti ortadan kalktıktan sona ise Maveraünnehir Arapların eline geçer.
Doğu İran’da ve Maveraünnehir’de bağımsızlaşan Samaniler, X.yüzyılda Orta
Asya’nın Çimkent ve Talas bölgelerini zapteder. Maveraünnehir bölgesine
yerleşmiş Türk boyları (kabile) ya İslamiyeti kabul ederek ya da köleleşerek Dar ülİslam’a
(İslam Dünyasına) girer.
Üçüncü Türk devleti Uygur Devleti’dir.(MS.745–1209). Göktürk Devleti içinde
yer alan boylardan Uygurlar, Bilge Han’ın MS.734’de ölümünden sonra çıkan
karışıklıktan yararlanarak, Kutluk Bilge Kül’ün liderliğinde Basmil ve Karluk
boylarıyla birleşerek ayaklanır, Göktürk Devletini yıkar, Ötüken’i alır.
Uygurlar, önce Karluklarla birlik olarak Basmilleri saf dışı bırakır, sonra Karlukları
egemenlikleri altına alarak Uygur Devleti’nin tek kurucusu olur; önce Ötüken’i
sonrada daha doğudaki Ordu Balık’ı (Balasağun) başkent yapar.
VIII yüzyıldan itibaren İslam halifeleri koruma birliklerini Müslüman Türklerden
oluşturur. Bu, Türklerin İslam orduları içinde yükselmesine, mevki, orun
kazanmasına ve hanedanlaşmasına yol açar. IX yüzyılda Ahmet İbn-i Tolun’un
Mısır Valisi olması, 868’de Mısır, Suriye’de, Abbasi Halifeliği’nden bağımsız ilk
Türk kökenli hanedanı olarak Tolunoğulları Devleti’ni (868–905) kurması; Fergana
asıllı Muhammet bin Tuğç’un, 935’te İhşidiler Devleti’ni (935–969) oluşturması
bu yolla olur.
Türk boylarının Kuzey Suriye’ye, Kilikya’ya, Musul, Kerkük dolaylarına
yerleşmesi ise bu süreçte gerçekleşir. Dar ül-İslama giren Türkler, Bağdat merkezli
Sünni İslam halifesini de korumaya alarak, İslam dünyasını bütünüyle kapsayan
Türk-İslam devletlerinin temelini atar.
Bu devletler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Tolunoğulları (868–905), İhşidilerle
(935–969) başlar, Gazneliler (963–1186), Karahanlılar (992–1211), Büyük
Selçuklular (1038–1194), Anadolu Selçukluları (1077–1242), Büyük Selçuklu
Devleti’nin içinden doğarak bağımsızlaşan Eyyubiler (1187- 1250), Harzimşahlar
(1097–1128), Eyubilerin yerini alan Memlukler (1250–1517), Timur Devleti
(1370–1506) ile sürer, Osmanlı (1299–1923), Akkoyunlu(1390–1444),
Karakoyunlu(1380–1468), Safevi(1502–1736) ve Babür devleti (1526–1858) ile
ve içlerinde oluşan bağımsız beyliklerle tarihteki yerini alır, tarihe karışır.
Bu devletler tek tek incelendiğinde, Türklük içindeki bir boyun, bir ailenin ya da
bir liderin önderliğinde kurulmalarına karşın, bir boya ya da bir etnisiteye
dayanmadığı, kuruldukları ve hüküm sürdükleri coğrafyada yaşayan tüm boyları,
kavimleri, halkları kapsayan bir genişlik taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu devletlerin, bünyesinde bulunan halkların ırkı ile ilgili bir ön kabul ya da
yargılarının söz konusu olmadığını, bir çatışma ve çekişme içine girmediklerini
saptayabilir, yapılan savaşların yaşanılan coğrafyaya egemen olma, egemenliği
koruma, ganimet, haraç ya da tazminat elde etme, İslamiyeti yayma yoluyla
toprakları genişleterek vergi toplama amaçlı yönetildiklerini görebiliriz.
Günümüzde, kuzey ve kuzey batıdan Şamanî Oğuzların (Uz, Peçenek,), doğu ve
güneydoğudan Müslüman Oğuzların saldırılarıyla bunalan Bizans’ın Malazgirt
Savaşıyla (1071) etkinliğini kırarak Anadolu’yu Türk boylarına açan Selçuklu ile
İstanbul’u fethederek Bizans’ı yıkarak ortadan kaldıran Osmanlı daha çok
konuşuluyor. Türk sözüne önyargıyla bakanlar, 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti
tarihine çatanlar, Selçukluyu, Osmanlıyı nedense pek sorun etmiyor(!) Oğuzların
Kınık boyunun kurduğu Selçuklu ile Oğuzların Kayı boyunun kurduğu
Osmanlının, boylar, kavimler, cemaatler topluluğu olduğunu muhtemelen
biliyorlar; ancak, Osmanlının 1876 Anayasası ile bir “Osmanlı Milleti” yaratmaya
çalıştığını, Osmanlıyı hanedan adı olmaktan çıkarıp bir millet adına dönüştürmek
istediğini ya bilmiyorlar ya da bilmezden geliyorlar.
Osmanlının “Osmanlı Milleti” yaratma girişimi, çağa ayak uyduramaması, Padişah
II. Abdülhamit’in Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek Meclis-i Mebusan-ı tatil
etmesi, Kanun-u Esasi’yi askıya alması, şeriatçı politikaya yönelerek ıslahatı
sürdürmemesi, dinci gericiliği teşvik etmesi, ayrılıkçıların dış güçlerin desteğiyle
isyanlar çıkartması, emperyalizmin Osmanlıyı paylaşmaya karar vermesi, Birinci
Dünya Savaşı sonrası Osmanlıyı dağıtması ile sonuçsuz kalır. Osmanlının
egemenlik sürdüğü üç kıtaya yayılmış topraklarda 20’yi aşkın milli devlet ortaya
çıkar.
Bunlardan biriside Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu cumhuriyet, bağımsızlıkçı ve
aydınlanmacı millicilerin, yedi düvel denilen emperyalizme ve işbirlikçisi iç
gericiliğe karşı savaşarak ve millet esasına dayanarak kurdukları bir cumhuriyettir.
Nasıl ki Selçuklu Oğuzların Kınık boyunun, Osmanlı Kayı boyunun öncülüğünde
kurulmuş ise, Türkiye Cumhuriyeti’de, Genç Osmanlılarla başlayan, Jön Türklerle
gelişen, İttihat ve Terakki’yle örgütlenen, 1908 hürriyet devrimi ile iktidarı ele
geçiren, birinci dünya savaşının yarattığı dağınıklık ve yılgınlıktan Mustafa Kemal
önderliğinde çıkan, savaşçı özgücünü işbirlikçi iç saldırgan dış düşman karşı
amansız kullanan, yoksul Anadolu halkının kanı, canı, gözyaşıyla yoğrulmuş
istencine ve direncine dayanan millici devrimcilerin kurduğu milli bir devlettir.
Selçuklu, Osmanlı ve Osmanlı’nın bakiyesi topraklar üzerine kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, tek bir boya, kavime, cemaate dayanmaz, dayandırılamaz. Selçuklu,
Osmanlı, toprağa bağlı, ganimetle yaşayan, ümmetçi ve feodal devlet iken; Türkiye
Cumhuriyeti, halkçı, devletçi, millici karakteri öne çıkan milli bir devlettir. Bu
nedenle Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir”
demiştir.
Türk ve Türk Milleti adını, Anadolu’da yaşayan bir etnisitenin adı olarak değil,
çeşitlik etnik yapılardan, boylardan (kavimlerden), cemaatlerden, kültürlerden,
sınıflardan oluşmuş bir bütünlüğün adı olarak görmek gerçekçiliktir. Nasıl ki
Osmanlılık, Osmanlı devleti içinde yaşayan tüm insanları, ırkına, inancına
bakmadan kapsıyorsa, Türk Milleti kavramı da Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içinde yaşayan, kendisini ayrı inanç, ayrı etnisite, ayrı kültür, ayrı sınıf içinde
tanımlayan herkesi kapsar; çünkü burada kullanılan Türk Milleti sözü siyasi bir
kavramdır, boylar, etnisiteler, inançlar arası birlik ve bütünlüğün adıdır. Bu
bakımdan Türk Milleti adını etnik yapı içine sokmak hem gerçekçi değildir hem de
binlerce yıldır yaşanmış ortak süreçlere göre olanaklı değildir.
Milletleşme Kapitalizmin bir ürünüdür ve kaçınılmazdır. Nitekim günümüzde,
kapitalist ekonomiye bağlı olarak, etnisitesinden değil, milletleşmiş devletlerden
söz ediliyor. Devletleşmemiş etnik unsurlar halk sayılıyor. Çünkü, milletleşmek
için birçok etnik, kültürel, inançsal unsurun, ortak siyasal yapının, dilin ve
ekonomik pazarın bir araya gelmesi ve kaynaşması gerekiyor. Olaya böyle
bakıldığında milli olmayan bir devletten söz etme olanağı yoktur. Amerika
kıtasındaki federal devletlerin (Brezilya, ABD gibi) milletleşmemiş halklardan
oluştuğunu ileri sürenler varsa da bu gerçek değildir. Biraz tarih okuyan herkes, bu
devletleri oluşturan federal yapıların, Avrupa’dan gelen İtalyan, İspanyol, Fransız,
Portekiz, İngiliz ve Almanlardan, Asya’dan giden Rus, Japon ve Çinli gibi
milletleşmiş topluluklardan oluştuğunu, Afrika’dan köle olarak getirilen siyahîlerin
bu oluşuma katıldığını, yerli halkla bütünleştiğini anlar, görür. Amerikalı diye bir
milletten değil, çeşitli milletlerden oluşmuş birleşik bir devletten söz edilir. Diğer
federatif yapılarda buna benzer.
AB-D emperyalizmi, birçok milleti, kavimi (boy), ırkı, toplumu barındıran bu
dünyada, ekonomik çıkar temelinde yeniden biçim vermeye, insani değerleri,
inançsalsal ayrımları, etnik yapıları, kültürel farklılıkları koçbaşı gibi kullanarak
milli devletleri sarsmaya, rejim değişikliklerine sürükleyerek, bağımsızlıklarını yok
etmeye, milletleri köleleştirmeye çalışıyor. Halkının çıkarı ve ülkesinin yararı için
buna karşı çıkanlarda milliciler (milletini sevenler), yurtseverler (yurdunu sevenler)
ve emekçiler (emeği ile geçinenler) oluyor.
AKP iktidarı, AB-D emperyalistlerinin bu niyetini bilmiyormuş gibi Türkiye
Cumhuriyeti içinde yaşayan halkı, (Sünni, Şii, Alevi/Nusayri-Müslüman,
Hıristiyan, Musevi) diyerek inancına, (Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz. Vs) diyerek
ırkına göre ayırıyor; Sünni İslam anlayışı temelinde ümmetçi bir devlet yapısı
oluşturmak için var gücüyle ortam hazırlıyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’da,
“İslam kardeşliği” vurgusu yaparak, ümmetçi, ganimetçi bu anlayışa özel amaçla
destek veriyor.
Öncelikle bilinmeli ki, dinci bir devlette/toplumda, bireysel/toplumsal özgürlük
olamaz; çünkü dinsel bağnazlık, her düşünceyi baskı altına alır, her kötülüğü örter,
ahlak ve günah kavramları, hamaset ve yalan bir zulüm aleti gibi kullanılır.
Ülkemizde dinci iktidarın uygulamaları bunu gösteriyor, bağnazlık devlet ve
toplum hayatını kuşatıyor, toplum hızla ayrıştırılıyor, basın susturuluyor, muhalefet
baskı altına alınıyor, her gün yeni bir yalan ortaya çıkmasına karşın, sorumluluğu
rahatlıkla başkalarının üzerine atılıyor…
Akiller, AKP başkanına yaptıkları sunumda, temaslarında en çok, “PKK’lar ne
karşılığında çekiliyor, bir şey mi verildi?”, “Türkiye bölünecek mi?”,
“Federasyon riski var mı?”, “Öcalan ne olacak?”, “Silahlarıyla çekilen örgüt
geri dönerse ne olacak?” gibi sorularla karşılaştıklarını belirtiyorlar. Akillerin
toplantılarına özel davetle katılanlar, bu soruları sorduğuna göre, işlerinin zor
olduğu anlaşılıyor.
Bu sorulara doyurucu ve inandırıcı yanıt vermeleri de pek mümkün
görünmüyor! (Cumhuriyet Gazetesi. 11.05.2013)
Bütün bu gelişmeler karşısında, tarihin derinliklerinden çıkıp gelen, asırlardır
“acıyı bal eyleyip sıratı yol eyleyen”, Asya’da, Doğu Avrupa’da, Ön Asya’da
imparatorluklar kuran, halkları kaynaştırarak medeniyetler yaratan,
emperyalizme karşı verdiği savaşımla laik, demokratik, Türkiye Cumhuriyeti’ni
tarihine yazdıran Türk Milleti, bu akillere inanır da AKP iktidarının, ülkenin,
bölgenin ve komşu devletlerin başına bela olmasına onay verirse, vallahi çok
şaşarım!
İnanıyorum ki Türk Milleti, Akil yandaşlara inanmayacak, öncüleriyle başındaki
kara bulutları dağıtıp AKP belasından er veya geç kurtulacak, bu ülkeyi güneşli,
güzel günlere ulaştıracak!
Sahi siz inanmıyor musunuz?
Unutmayınız, umutsuz yaşam anlamsız ve boşa bir yaşamdır. Her gecenin bir
sabahı ve her ülkenin bir sahibi vardır! Kimse, ülkesini mezat pazarında satmaz,
sattırmaz, satamaya kalkanları da rahat bırakmaz, er geç hesabını sorar!
15.05.2013
Av. Mehdi BEKTAŞ
(Kürtler gelecek yazıda)
1. Türklerin Tarihi, I,II,III,VI,V.kitap, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi, baskı 1997.
2. Türk Kimliği, Bozkurt Güvenç, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1994
3. 3. 1931–1938 Lise Tarih Kitabı (Kaynak Yayınları- Tıpkıbasım 2000)
4. Türk Hukuk Tarihi, Coşkun Üçok
5. Tarih Atlası,2004, D.B.R