Av. Mehdi BEKTAŞ
Devlet, toplum ve insan hayatında hukuk, savcı, yargıç, savunman, mahkeme,
bütünüyle yargı çok önemli bir kurumdur. Her ne kadar hukukun “otorite (devlet) ile
halkın karşı karşıya gelmesi”nden doğduğu savlanırsa da yeterli değildir; çünkü
hukuk, yalnızca hukuki kurallar bütünü değil, aynı zamanda ekonomik, siyasi, sosyal
yönü ve boyutu olan bir düzendir (sistemdir); halk kadar devleti, sınıfı, kurumu, grubu,
aileyi, bireyi de ilgilendirir; sınıfsal karakteriyle toplumsal gelişimin ve değişimin
önemli gücüdür.
“Adalet” ya da “hak” kavramı, hem siyasal, hem ekonomik, hem sosyal, hem
kamusal hem de bireyseldir, yere ve zamana göre değişiklik gösterir.
Bu bağlamda yargı ve mahkemelerin dünden bugüne gelişimini ele almak, kimi
yanlış düşüncelerin giderilmesinde, doğrunun biçimlenmesinde, toplumsal
mücadelenin niteliği ve yönünün belirlenmesinde yararlı olabilir.
Ülkemizde, cumhuriyetle sorunu olan ne kadar çevre varsa, bilerek ya da
bilmeyerek, amaçlı ya da amaçsız, geçmişi öğrenmeden, “böyle yargı mı olur” diye
konuşuyor, suçluyor, hatta eleştiri adı altında sövüyor…
Hele bir kesim var ki cumhuriyetin, aydınlanmanın, gelişmenin yeminli
düşmanı; “yerimi buluyum yolumu buluyum” güdüsüyle dinci, gerici iktidar yandaşlığı
ile saldırmadığı alan yok gibi. Bunlarda, “şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak
Osmanlı, ekende yok biçende yok yiyende ortak Osmanlı” hayranlığı, ecdat
şarlatanlığı, bitmez ve tükenmez.
Bunlara bakarsan, Osmanlı’da her şey güllük gülistanlık, birçok inanç ve etnik
yapıdan oluşmuş Osmanlı tebaası çok mutlu, inançlar, etnik yapılar, sosyal sınıflar
arası hiçbir sorun, kavga yok; herkesin işi var, aşı var, eşkıya yolları kesmemiş,
yolsuzluk, hırsızlık hiç olmamış, güvenlik tam yerinde; padişah “kafa vurula”
dememiş, şeyhülislamlar “kanı ve malı helaldir” diye fetva vermemiş, adalette tıkır
tıkır işliyor…
Bu güzel işleyişi ırkçı, asimilasyoncu, inkârcı, imhacı jön Türkler, İttihatçılar,
Kemalistler ve de hiç iktidar yüzü görmemiş iştirakçiler ( sosyalistler) bozmuş!
Bunlar, her yeniliğe “Din elden gidiyor” diye karşı çıkanları, “istemezük”
nidalarıyla kan akıtanları, Rusların Osmanlı’yı dağıtalım dediğinde Fransız ve
İngilizlerin, Fransız ve İngilizlerin Osmanlı’yı yıkalım dediğinde Rusların karşı
çıkışlarını, tampon devlet olarak sürünerek yüz yıllardır yaşamasını, emperyalistlerin
anlaşmasıyla (Sevr) tarihten silinmesini; işgalci emperyalistlerle birlikte kuruluşunu
engellemek için fetvalar yayınlayan Şeyhülislam Dürüzade Abdullah Efendi’yi,
Hareket-i Milliyi “fitne ve fesat” hareketi olarak niteleyen Damat Ferit’i, Mir-i Miran
Paşası (Paşaların Paşası) ilan edilen Ahmet Aznavur ve çetelerinin katliamlarını,
Kuva-ı İnzibatiye adı altında kurulan hilafet ordusunun Bolu, Gerede, Nallıhan,
Beypazarı, Bozkır, Konya, Ilgın, Kadınhanı, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir,
Koçhisar, Düzce, Hendek, Adapazarı, İzmit, Bandırma, Gönen, Susurluk, Biga,
Yozgat, Köhne (sorgun), Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum, İmranlı, Zara,
Hafik, Viranşehir ve daha birçok yerde çıkardığı gerici iç isyanları; sonradan padişah
ve Yunanlılarla işbirliği yaparak Milli Mücadeleyi boğmaya kalkan Çerkez Ethem’i,
kurtuluş mücadelesini baltalamaya kalkan Koçgri isyanını; “laiklik dinsizliktir” diye
genç cumhuriyeti yıkmak isteyen, Misak-ı Milli sınırları içindeki Halep ve Musul’un
elden çıkmasına neden olan İngiliz destekli Şeyh Sait isyanını, Menemen vahşetini
görmezden gelerek; değerlerini yok etmeye birikimlerini satmaya çalıştıkları Türkiye
Cumhuriyeti’nin “Osmanlı’nın devamı” olduğunu söyleyerek masalcılara maval
okuyorlar… (1, 304–313)
Tarihinden kopuk, toplumundan uzak, toplumsal mücadeleyi salt gözyaşı
sanan, zaman mekân kavramını, somut şartların somut tahlilini aklına bile
getirmeyen/getiremeyen, tarihin, sınıflar, milletler, toplumlar ve hanedanlar arası
çekişmenin, çatışmanın, tutkuların, hırslarının, kinlerin bütünü olduğunu
anlayamayan, sorumsuz ve umarsız saftriklerin; uluslararası tekellerin beslemesi,
vatan, millet sözüne kin ve nefretle bakan neoliberallerin; milliciliği ırkçılık, faşistlik
olarak niteleyen soldan dönmelerin; halkları birbirinden ayırmayı bir erdem gibi sunan
ve bunun için savaşan ayrılıkçıların; dini ve dince kutsal sayılan değerleri her alanda
fütursuzca kullanan yobazların; ırkımızdan başka ırk tanımayız diyen kafatasçıların;
ikbal, istikbal, siyaset aşkına buna çanak tutan, gözü dönmüş, önünü görmekten aciz,
yavan, bilgisiz, umarsız sığ politikacıların; “evrim teorisini” reddeden, “yaratılış
teorisi”nin tutsağı olmuş tarikatçı mollaların ağına düşmüş, sessizliğe gömülmüş
üniversitelerin; yansız ve nesnel (objektif) olduğu sanılan bukalemun (renkten renge
giren) bilimci, yazar, çizer, şaklaban tayfasının varlığı düşünüldüğünde,
yurtseverlerin, halkçıların, millicilerin, cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin yani
devrimcilerin işi zor görülüyor…
Tüm bunlardan “daha elim ve daha vahim” olan, uluslararası tekellerin
oluşturduğu dünya düzeniyle (emperyalizmle) kol kola giren, desteği ile ülkenin
yasama, yürütme, yargı erkine el koyan; halkın canı, kanı pahasına elde ettiği
birikimlerini, ülkenin yeraltı yerüstü yaşamsal kaynaklarını, kurumlarını, kuruluşlarını
özelleştirme adı altında uluslararası tekellerin yağmasına sunan, haraç-mezat satan;
güvenlik güçlerinin halkçı anlayışını tersyüz ederek işleyişini ve düzenini bozan;
ülkeyi, yabancı istihbarat elemanlarının, dinci, ayrılıkçı örgütlerin at koşturduğu, adam
kaçırdığı, sabotajlar yaptığı, saldırıda bulunduğu, güvenliksiz, korumasız duruma
düşüren; “yurtta barış dünyada barış” politikasını bırakarak “yeni Osmanlıcılık” adı
altında komşu ülkelerle kanlı bıçaklı olan; savaş çığırtkanlıklarıyla halkın can, mal
güvenliğini tehlikeye atan; din, mezhep ayrımıyla ülkede ve bölgede kardeşliği
dinamitleyen; uzay çağında at sırtında fetih hayalleri kuran; günde beş vakit ibadeti
siyasete dönüştürerek törenle camiler açan, gelecek kuşaklarının beynine türban
takan; dört dörtlük eğitim anlayışıyla laik eğitimden dinci eğitime halkın isteğidir diye
geçiş yapan ve ülkenin geleceğini karartan; dijital verilerle suç ve suçlu üreterek
hukuk tanımazlığın örneklerini sunan; dünyadan çok ahiretle, bugünden çok geçmişle
uğraşan; yalanı ve talanı devlet ve toplumun yaşamsal alanlarına sokan; halkı
yanıltmayı ve oyalamayı üstün bir siyaset yapma sanan, otoriter ve totaliter eğilim ve
tutum içinde olan bir siyasi iktidar ve de “Ben neymişim be abi” diyerek ortada
dolaşan, her konuda ahkâm kesen, her yeri ve makamı kendine hak sanan, ahirete
inanmış, dünya malına bağlanmış, bir çuval una, bir torba şekere iradesini
bağlamışların desteğindeki “tek adam”, bunla kader birliği etmiş tarikatların ürettiği,
her türden, her boydan, her meslekten âdemcikler var!
Bütün bunlar yetmez gibi, halkı uyutmayı, beynini yıkamayı iş edinmiş,
işbirlikçi, tüccar, sanayici medya patronu, yandaş ve candaş medya kanalları; siyaseti
ibadet diye yutturmaya çalışan mektep ve cami imamları; kapı kulu köşe yazarları;
tarihi yalnız anı (hatıra) sanan, dedikoduya bilgi diye sunan, nesnelikten uzak
zevzekler; konuyu kavramadan, işin aslını öğrenmeden suçlamayı, damgalamayı iş
edinmiş, iktidara fikren ve fiilen lojistik destek sağlayan, kendi değirmenine “kalburla
su taşıyan” aymazlar düşünüldüğünde, mücadelenin zorluğu net olarak görülür.
Savaşım zor olsa da yurtseverler için olanaksız değildir. Karanlık aydınlığa bir
gün mutlaka dönecektir; devrimcilerin, yurtseverin tarihi, mücadeleden yılmayanların,
kaçmayanların, dönmeyenlerin tarihidir; mücadele her düzlemde, her alanda amansız
sürer, sürmektedir, sürecektir…
Çünkü devrimciler, yurtseverler, halkın gözünde ve vicdanında, “Ferhat’tır,
Karacaoğlan’dır, Pir Sultan’dır, Dadaloğlu’dur, Köroğlu’dur, Yörük Ali’dir, Yunusu
biçaredir baştan aşağı yâredir, ağu içer dost elinden.” Onlar, Toplumun ve insanlığın
yüz akı, örgütlü gücü, düşünsel (fikri), eylemsel (fiili) kavga neferidir. Ülke adına, halk
adına, insanlık ve doğa adına ne yapılmışsa onlar yapmıştır, ne bedel ödenmişse
onlar ödemiştir; tarihimiz, bunun canlı örnekleriyle doludur ve de yalansız tanığıdır…
Geçmişi doğru bilmeyenlerin sağlıklı bir gelecek kurması zordur, hatta
olanaksızdır savsözünden yola çıkarak, Türk yargısına, mahkemesine, yargıcına
(hâkimine), savcısına (müddeiumumî), savunmanına (muhami/avukat), bunların
toplumda algılanışına bakmak, yargı yetkisinin geçmişten günümüze değin aldığı öz
ve biçimi irdelemek, aydınlamak, gerçekleri öğrenerek yanlışlardan, önyargılardan
arınmak, kuşkusuz yararlıdır.
Türk Hukuku Hunlarla Başlar
Türk boyları, MÖ VIII yüzyılda Orta Asya’da yaşam koşullarının kötüleşmesiyle
batıya doğru göçer, MÖ II. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyine kadar ilerler, Don ve Tuna
nehirlerine kadar uzanır, Milattan sonraki yüzyıllarda batıya doğru akar. Güneybatıya
doğru ilerleyen boylar Maveraünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan üzerinden
Anadolu’ya geçer. Asya’da, Doğu Avrupa’da, Ön Asya’da Türkler tarafından
kurulduğu savlanan devletlere bakıldığında bazı sonuçlar çıkarmak, Töre denilen
hukuk kurallarının Hunlarla başladığını saptamak mümkündür.
Bunun için hukuku tarihini incelemek gerekir. Hukuk tarihi, geçmişte yürürlükte
bulunan hukuk kurallarının ne gibi psikolojik, etnik ve coğrafi etkiler altında meydana
çıktığını, hangi hukuki meseleyi çözmek, hangi ihtiyacı karşılamak için kural olarak
konulduğunu ve sorunları hangi aşamaya kadar çözdüğünü, ihtiyaçları nasıl
karşıladığını araştırır, ortaya çıkarır…(2, shf.1)
Hukuk tarihi geçmişte yürürlükte bulunmuş olan hukuku yalnız arayıp
saptamakla yetinmez; bu hukukun nasıl ve niçin meydana geldiğini, neden başarılı
olduğunu veya olmadığını da araştırır (2, shf.1)
Türk Hukuk Tarihi, 1071 Malazgirt’ten önceki dönem, Malazgirt’ten sonraki
dönem olarak iki bölümde ele alınır.
1071’de Anadolu’yu kalıcı biçimde ele geçiren boylar, geçtikleri ve yaşadıkları
bölgede bulunan halklara etkide bulunur ve onların etkisi altında da kalır. Birçok örf
ve âdeti kabul ederse de göç ve yerleşme olayları, hukuki açıdan büyük bir değişme
neden olmaz. Zira, Anadolu’ya gelen boylar, göçerler, bir hukuk sistemini bırakıp yeni
bir hukuk sistemi kabul etmek durumunda olmaz.
Türk Hukuk Tarihi, iki bölüme ayrılmasına karşın, döneme paralel ve uygun bir
gelişme göstermez. Hukuki gelişmedeki dönemeçler, İslamiyet’in kabulü, Tanzimat’ın
ilanı, Cumhuriyetin kuruluşuyla olur. Bu nedenle irdelemeyi, göçebe hukuku, yerleşik
hukuku, İslam hukuku, cumhuriyet hukuku olarak yapmak gerekir.
Göçebe Hukuk
Türklerin, göçebe olarak yaşadıkları yer, Orta Asya adıyla anılan yüksek
yaylalardır. Burası, güneyde Pamir, Hindikuş Dağları, kuzeyde Sibirya orman
bölgesi, batıda Hazar Deniz’i, doğuda Çin ile çevrilidir.
Yazının bulunduğu MÖ.3200 yılından bugüne kadar dünyada köklü bir iklim
değişikliği olmadığı kabul edilir. Bu düşünceden yola çıkarak, Orta Asya’da yaşamış
boyların, kavimlerin göçebe kültürü çerçevesinde yaşadıkları, dönemsel olarak
yaşanan kuraklığın etkisi, nüfus artışı, dış baskılarla bozkırı boşaltarak başka
bölgelere doğru göç ettikleri, göç yolları üzerindeki yerleşik kavimlerle karışlaştıkları,
kaynaştıkları, kendi dil ve kültürlerini bir yandan yerleşik kavimlere kabul ettirirken,
bir yandan da yerleşik kavimlerin kültürlerinden etkilendikleri, yani “işgal ederken
işgal edildikleri” saptanır.
Göçebelik, insanın gezici olarak hayvan besleme, etinden, sütünden,
derisinden, yününden yararlanarak yaşamını sürdürme faaliyetidir.
Kış ayları insanların ve hayvanların yer değiştirmesine uygun olmadığından
kışlakta kalınır, demircilik, savunma ve saldırıda kullanacak araç, silah yapılır. Yaz
gelince oba liderinin (oba beyi, şef) yönetiminde oradan oraya göçülür. Dış saldırılara
karşı koymak, ihtiyaçlarını karşılayacak maddeleri yerleşiklerden zorla almak için
kuvvetli boyun (kabile) liderliği altında bir araya gelinir. Bu birlik giderek büyük
alanlara hükmeden bir güce (devlete) dönüşür.
Çoğu kez etkinliği ve gücü kabul edilen lider, birbirine yakın akraba boyları,
kabilleri, toplulukları bir araya getirerek kurduğu devletin sınırlarını daha da genişletir,
diğer kabile topluluklarını egemenliği altına alarak sırasıyla yabgu, melik, han, kağan,
sultan yani imparator olur.
MÖ VIII yüzyılda Orta Asya’da ortaya çıkan Hunlar, iki kola ayrılarak kuzeyden
ve güneyden batıya doğru göçer.
Orta Asya’da yaşamış devletlerin en eskisi, Çinlilerin Hiung-nu dedikleri, M.Ö
220’de kurulan Büyük Hun Devleti’dir(M.Ö.220–51). Asya Hunlarının ya da Büyük
Hun Devleti’nin kurucuları, MÖ III yüzyılda Batı Mançurya’dan Pamir Ovası’na kadar
geniş bir bölgede hâkimiyet kurar. Çin için büyük tehlike haline gelir. Çinliler, Hun
akınlarını engellemek için Çin Seddi’ni yapar.
MÖ 51’de ikiye bölünen Büyük Hun Devleti’nin doğusunda kalanlar Çin’e
boyun eğerken, batısında olanlar Asya içlerine doğru yolculuklarını sürdürür. MS IV
yüzyılda Volga Irmağı’nı geçer, Batı Hun Devleti’ni kurar, Avrupa’yı tehdit etmeye
başlar, 434’te Bizans’ı haraca bağlar, Atilla yönetiminde İstanbul yakınlarına kadar
gelir. Atilla’nın ölümüyle gücünü yitirmeye başlayan Hunlar, 455’te Germen ordularına
yenilerek dağılır. V.yüzyılın ortalarında Orta Asya’dan güneybatıya yönelen ve Hindistan’a
kadar inen Hunlar Ak Hun Devletini (Eftalit) kurar, İpek Yolunu ele geçirir. 652’de
Sasani ve Bizans devletlerinin işbirliği sonucu yıkılır. (3, shf.19)
Hunlar, hem Türklerin hem de Moğolların ataları sayılır. Tıpkı Cermenlerin
hem Norveçlilerin, hem Almanların hem de İngilizlerin ataları olduğu gibi. Şu halde
Hunlar, Türklerin ya doğrudan doğruya atalarıdır yahut da Türkler Hunların bir
koludur. Nasıl ki batının hukuku Cermen hukuku ile başlıyorsa Türk hukuku da Hun
hukukuyla başlar. (2, shf. 11)
Büyük Hun Devleti’nin en parlak dönemi, M.Ö 209’da Mete Han’ın kağan
olduğu dönemdir. Oğuz Han ile Mete Han aynı kişidir. Mete’nin sanı, bütün Hun
hanlarında olduğu gibi “Tan-Hu”dur, “gökten kudret alan” anlamındadır.
Büyük Hun Devleti, sağda 12 solda 12 olmak üzere 24 yönetim bölgesine
ayrılır. Bu yönetim bölgesinin başında bulunan beyler, bağımsız olmaktan daha çok
devletin büyük görevlileri gibidir. Hunlar’da devlet düzeni hiyerarşiktir.
Her yılın ilk ayında boy beyleri, Tan-Hu’nun (Kağan) sarayının kurbanlık
yerinde bir araya gelir (toy), devletin ve halkın genel durumunu görüşür, kararlar alır.
Kurban için Mayıs ayında, atlar semirince güzün toplanır; halkın, hayvanların sayısı
ve gücü ölçülür; çünkü savaş zamanı gelmiştir, yerleşik halkların ambarları
dolmuştur…
Hunlarda kamu hukuku ve özel hukuka ilişkin bazı kurallar görülürse de tam
bir kurallaşmadan söz edilemez; birini öldüren öldürülür, eşkıyalık yapanın ailesi rehin
tutulur, ufak suç işleyenler araba tekerleği altında ezilir, yüzü damgalanır, sopayla
dövülür. Hapis cezası küçük suçlara verilir ve en fazla on gündür. Göçebe yaşam
nedeniyle belirli bir yerde cezaevi bulunmaz, hapis cezası genellikle çadırda çektirilir.
(2, shf.14)
Bu kurallar yazılı olmaktan öte sözel ve örfidir. Büyük yaptırımlar gerektiren
suçlar Tan-Hu (Kağan, Başbuğ) ile boy beylerinin katıldığı toplantılarda (toy)
görüşülür, karara bağlanır, ceza burada verilir. Duruma ve konuma göre diğer
boyların yaptırımları da benzer yöntemle, örfi olarak oluşur. Yargı görevi yapan
bağımsız bir organdan, hukuki bir soruşturmadan, mahkemeden söz etmek olası
değildir.
İkinci Türk devleti Göktürk Devleti’dir.(MS.552–744). Türk adına ilk kez siyasi
bir nitelik kazandıran Göktürklerin ortaya çıkışı Ergenekon Destanı ile açıklanır.
Efsaneye göre Ergenekon’da 96 yıl yaşadıktan sonra dağı eriterek ortaya çıkan ve VI
6
yüzyılın ilk yarısına kadar Juan-Juanların egemenliğinde yaşayan Türkler, 546 yılında
Çinlilerin Tiela adını verdikleri Kuzey Kabileler birliğinin saldırılarına karşı koyar, 552
yılında Tu-menleri (Bumin Kağan) liderliğinde ayaklanır, Göktürk Devletini kurar ve
Ak Hun Devleti’nin yıkılışıyla karışıklığa sürüklenen Orta Asya’ya hâkim olur. Oğuzlar,
Kırgızlar, Karluklar, Sabarlar, Türkişler gibi göçebe Türk boylarına dayanan
Göktürkler, doğuda Çin batıda Bizans’a kadar genişler. (3,23)
İl-Kağan/El-Kağan adını da alan Bumin Kağan, ülkenin batı kesimini Küçük
kardeşi İstemi Han’ın yönetimine verir. İstemi’ye on boy (kabile) bağlanır ki bunlara
Onoklar da denir. Devletin Bumin’e bağlı doğu kesiminin başkenti Ötüken’dir.
Bumin Kağan devleti kurduğu yıl ölür, üç oğlu sırasıyla kağan olur. Bumin
Kağan’ın kardeşi İstemi Han, Bizans’la ilişki kurar, elçiler gönderir. İstemi’nin oğlu
Tardu, Bumin Kağan’ın üçünü oğlu T’o Po 581’de ölünce bağımsızlaşır. Göktürk
Devleti, Doğu Göktürk Devleti Batı Göktürk devleti olarak ikiye ayrılır. Doğu Göktürk
Devletine 630 yılında Çinliler son verir, Batı Göktürk Devleti bir süre daha varlığını
sürdürür.
Göktürk Şadı (beyi) Kutluk, 682’de başlattığı bir ayaklanma ile Çin
hâkimiyetinde kalan Doğu Göktürkleri ile Batı Göktürkleri bir araya yeniden getirir,
Göktürk Devleti’ni yeniden kurar (II. Göktürk Devleti), İl-Teriş/El-Teriş Kağan (ili, eli
birleştiren) sanını alır. (3,23)
Kutluk Kağan 692’de ölünce, çocukları küçük olduğu için, yerine kardeşi
Kapagan geçer. Kapagan Han’dan sonra ise Kutluk Han’ın büyük oğlu Bilge Han
Kağan seçilir, kardeşi Kül-Teğin ile birlikte devleti yönetir.
Bilge Kağan’ın kardeşi Kül-Teğin’e yardım eden Tonyukuk 720’de, Kül-Teğin
731’de, Bilge Kağan’da 734’te ölür. En parlak dönemini Bilge Kağan döneminde
yaşayan II. Göktürk Devleti’ne 744’te Uygurlar son verir.
Orhun yazıtları diye anılan, 720’de dikildiği sanılan Tonyukuk, 732’de dikilen
Kül-Teğin, 735’te dikilen Bilge-Han yazıtlarında, hukukla ilgili bir bilgiye rastlanmaz;
bu yazıtlarda devletin yapısı ve Kağanın durumu anlatılır.
Göktür Devleti de tıpkı Hun devleti gibi büyük lider (şef, başbuğ, kağan)
etrafında toplanmış boylar (kabileler) birliğidir. Boylar birliğinin liderine Kağan, boy
liderine de Kan denir.
Kağanın görevi, boyları (kabileleri) bir arada tutmak, birbiriyle ve dışarıyla olan
ilişkilerini düzenlemek, gelir sağlamaktır.
Kağan kudretini, erkini (=kut) gökten, Tanrı’dan alır, tanrı olmamakla beraber
Tanrı’ya benzer sayılır. (2, shf.19)
Devlet yönetimi, Hunlar’da olduğu gibi, ülke sağ sol olmak üzere ikiye ayrılır.
Bölümler, Şadapıt, Tarkan, Buyruk denilen boy beylerinin yönetimine verilir. Bu
beylerden başka Yabgu, Şad, Teğin, Alpagu, Tadın gibi adlar taşıyan boy beyleri de
vardır.
7
Devlet yönetimine katılan bu beylerin en önemli görevi, Kağanın yeri boşaldığı
zaman yeni Kağanı seçmektir. Yeri boşalan Kağanın ergin oğlu varsa bunun
seçilmesi gelenektir.
Ceza Hukuku, Hunlar’da olduğu gibi, kamu hukuku alanındır. Yani cezayı
belirleyen ve uygulayan devlettir; bazen suçlu bulunanın yakınlarına da yaptırım
uygulandığı görülür. İsyan, cana kast, evli kadına tecavüz ölümle; genç kızları baştan
çıkaran hem ceza hem evlenmekle; dövme, yaralama tazminat ödemekle; hırsızlık
çaldığı malın sayı ve değerinin on mislini vermekle cezalandırılır.
Özel hukuk tam gelişmemiştir, ancak boyların kışı geçirdiği kışlaklarda bir
parça toprağa sahip olmak, baba ölünce bu toprağı en küçük oğula bırakmak; atları,
zeki ve cesur oğula vermek; koyunları diğer çocuklar arasında bölüştürmek
gelenektir. Beylerde Kut hakkı (yönetim, egemenlik), buna layık olana düşer. (2: shf.
18,19,20,21,22)
Göktürk Devleti’nde de bir hukuki soruşturmadan, yargı yetkisi kullanan bir
mahkemeden söz edilemez.
Göktür Devleti’nin kurulmasından itibaren çeşitli birlikler oluşturmaya başlayan
Türk boyları, Ön Asya’ya geldiklerinde İslamiyetle tanışır. Kimi Türk boyları batıya
doğru yolculuklarına devam eder, kimileri de bulundukları coğrafyada siyasi işlev
üstlenir. X.yüzyılın başlarından itibaren Peçenekler, Oğuzlar, Kıpçaklar Karadeniz’in
kuzeyinden batıya doğru ilerler, Balkanlara iner.
XI yüzyılda Oğuz, Kıpçak, Uygur, Karluk, Kırgız, Yağma, Çiğil, Bulgar ve
Başkırt adlı boyların Doğu Avrupa’ya doğru uzanarak yerleştikleri görülür. Oğuzlar,
Seyhun Nehri civarından Ön Asya’ya doğru ilerlerken; Kıpçaklar, Hazarın kuzeyinden
Karadeniz’e doğru ilerler.
Yerleşik Hukuk
Üçüncü Türk devleti Uygur Devleti’dir.(MS.745–1209). Göktürk Devleti içinde
yer alan Uygurlar, Bilge Han’ın MS.734’de ölümünden sonra çıkan karışıklıktan
yararlanarak, Kutluk Bilge Kül’ün öncülüğünde, Basmil ve Karluklularla birleşerek
ayaklanır, Göktürk Devletini yıkar, Ötüken’i alır.
Uygurlar, önce Karluklarla birlik olur Basmilleri saf dışı bırakır, sonra Karlukları
egemenlikleri altına alarak Uygur Devleti’ni kurar. İlk başlarda Ötüken devletin
başkentidir, sonra doğudaki Ordu Balık’a (Karabalasağun) taşınır.
758’de Uygurların en önemli kenti Baybalık Çinliler ve Soğdaklar tarafından
kurulur. 762’de Çin’den Maniheizm rahipleri gelir, Kağan Böğü Han Mani dinini
kabul eder. 780 yılında Böğü Kaan’ın veziri tarafından öldürülmesiyle büyük bir
karışıklığa düşen Uygurları Kutluk Bilge Han yeniden toparlar, ancak 840’ta Kırgızlar
Uygurları dağıtır.
Ötüken Uygurları Kırgızların egemenliği altına girer. Sarı Uygurlar Kansu’ya
yerleşir, yeni bir devlet kurar, 1028’e kadar yaşar. Turfan (Beşbalık)Uygurları önce
Karahıtaylara, sonra da Moğollara bağlanır, 1209 yılında Cengiz Han tarafından saf
dışı edilir. . (3, shf.25)
8
Uygurların bir kısmı bozkırda göçebe, bir kısmı vahalarda tarancı (tarımcı)
olarak yaşar. Çinlilerle tecimin (ticaretin) ilerlemesi, Çin’den gelen malları
saklayabilmek için depoların gerekli olması, yerleşikliği hızlandırır. (2, shf.22)
Uygurlarda, Hun ve Göktürklerin göçebe hukukundan ayrı olarak, Çin’in ve
Çinlilerin etkisiyle yerleşik özel hukuk alanında yeni kurallar oluşur ve bu İslamiyet’in
Asya’da egemen olmasına kadar da sürer.
Uygur Kağanı da egemenlik kudretini (=Kut) tanrısal kaynağa bağlar. Otacılar
(tabip), Yıldızcılar (Müneccim, Astrolog), Şair (Ozan), Targıçlar (Tarımla uğraşanlar),
Satıgçılar (Tüccarlar), İğdişçiler (Çobanlar), Uzlar (küçük sanatçılar),
Karabudunlar(İşsizler), Çivgalar (Yoksular) adlı sosyal gruplar oluşur. (2, shf.25)
Devlet yönetiminde, Kağanın ve boy beylerinin dışında, baş vezir (Ulu Hacip),
Sübaşı(komutan), Saraybakanı (Kapıkbaş), başyazman (Bitikçi), Ağıcı (Haznedar),
Yalvaç (Elçi) ve Tapukçu (ikinci sınıf memur) adları verilen görevliler yer alır. (2, shf. 26)
İlk ABC’yi Uygurlar kullanır En önemli gelişme özel hukuk alanında olur;
trampa (değiş tokuş), faiz, taşınmaz mal satışı, yarıcılık sözleşmesi, vasiyetname,
evlat edinme örneklerine rastlanır.
Belgeler, Uygurların her alanı kapsayan, oldukça ileri anlayışa dayanan bir
hukuk sistemi kurmaya yöneldiklerini gösterir.
Uygurların tarih sahnesinden çekilmesi, İslamiyet’in Türkler arasında yayılması
ile göçebe Türk hukuku da tarihe karışır.
İslam Hukuku (Şeriat)
Türkler, İslamiyet’in inanç kalıbına girmeden önce, ikiciliğe dayanan (aydınlık,
karanlık), aydınlık evreni oluşturan 17 katlı “gök”, karanlık evreni oluşturan 7 veya 9
katlı “yer”, bütün bunları yaratan ve göğün en üst katında oturan “Tanrı=Tengri”,
gök’ün “cennet”, yeraltının “cehennem” olduğu ve “yersu” adlı iyiliksever, yüksek
dağlarda, ırmak boylarında, su kaynaklarında oturan ruhun bulunduğu, bunlara
tapınmak ve kurban vermek gerektiği, Kam (Şaman) denilen kadın erkek rahiplerin
ruhlarını göndererek ya da ruhları kendi içine alarak insan yaşamında etkin rol
oynadığı Şamanlığa inanır. Bunun yanında Budizm, Mazdeizm (Zerdüş), Manheizm,
Nestorinizm gibi inanışlarla da tanışır, Orta Asya’da, Doğu Türkistan’da bu inançlarla
yüzyıllarca yaşar. (2, shf.32,33)
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle bu inanışlar silinir gibi görülse de yine de
içinde yaşar, gelenek ve göreneklerde somutlaşır; ancak hukuk alanında ciddi bir
etkisi olmaz, en büyük etkiyi İslamiyet yapar.
Türklerin İslamiyet’e girmesi ve benimsenmesi çok uzun bir süreci kapsar.
İslamiyet’in ortaya çıktığı VII yüzyıldan Türklerin büyük çoğunluğunun İslamiyeti kabul
ettiği/ ettirildiği XI yüzyıla kadar 400 yıl geçer.
9
İslamı cihatla (Savaşla) yaymak isteyen Araplarla Türklerin ilk karşılaşması
642’de Maveraünnehir’de (Sir Derya=Seyhun-Amu Derya=Ceyhun nehirleri bölgesi)
olur. Araplar, tüm uğraşlarına karşın, Göktürklerin dirençli savunması karşısında,
Maveraünnehir’den bir adım ileri gidemez.
Göktürk Devleti ortadan kalktıktan sona ise Maveraünnehir Arapların eline
geçer. Doğu İran’da ve Maveraünnehir’de bağımsızlaşan Samaniler, X.yüzyılda Orta
Asya’nın Çimkent ve Talas bölgelerini zapteder. Maveraünnehir bölgesine yerleşmiş
Türk boyları (kabile) ya İslamiyeti kabul ederek ya da köleleşerek Dar ül-İslam’a girer.
VIII yüzyıldan itibaren İslam halifeleri koruma birliklerini Müslüman Türklerden
oluşturur. Bu, Türklerin ordu içinde yükselmesine, mevki, orun kazanmasına, giderek
hanedan olmalarına, devletleşmelerine yol açar. IX yüzyılda Ahmet İbn-i Tolun’un
Mısır Valisi olması ve 868’de Mısır, Suriye’de, Abbasi Halifeliği’nden bağımsız ilk
Türk kökenli hanedan olarak ortaya çıkması ve Tolunoğulları Devleti’ni (868–905);
Fergana asıllı Muhammet bin Tuğç’unda İhşidiler (935–969) devletini kurması bu
yolla olur. Kuzey Suriye’ye, Kilikya’ya, Musul, Kerkük dolaylarına Türk boylarının
yerleşmesi bu dönem görülür.
İslamı kabul ederek Dar ül-İslama (İslam Dünyası) giren Türkler, İslam
halifesini de korumaya alır, İslam dünyasının bütününü kapsayan Türk-İslam
devletlerini kurar.
Türk-İslam devletlerinin başlıcaları, Tolunoğulları (868–905), İhşidiler (935–
969), Gazneliler (963–1186), Karahanlılar (992–1211), Büyük Selçuklular (1038–
1194), Anadolu Selçukluları (1077–1242), Büyük Selçuklu Devleti’nin içinden
doğarak bağımsızlaşan Eyyubiler (1187- 1250), Harzimşahlar (1097–1128),
Eyubilerin yerini alan Memluklar (1250–1517), Timur Devleti (1370–1506), Osmanlı
(1299–1923), Akkoyunlu(1390–1444), Karakoyunlu(1380–1468), Safevi(1502–1736),
Babür (1526–1858) devletleridir.
Bu devletleri kuran Türk boyları, İslamiyeti kabul etmelerine karşın, dillerini,
kültürlerini, geleneklerini sürdürür.
Geniş topraklara yayılan İslam Dünyası, X yüzyılın başından itibaren iki büyük
mezhep (Şiilik, Sünnilik), beş büyük Arap hanedanı (Abbasiler, Emeviler, Fatımiler,
Karmatiler, Hamdaniler) arasında yaşanan iktidar kavgası nedeniyle zayıflar,
duraklar. Bu ortamdan yararlanan Türkler, Türk-İslam Devletlerini kurar.
İslami benimseyen Türk-İslam devletlerinde hâkim olan hukuk, İslam
hukukudur.
İslam, yalnızca bir din değil, aynı zamanda bir hukuk sistemidir.
İslam hukuk sistemi de diğer hukuk sistemleri gibi kendi kendine değil, diğer
hukuk sistemlerinin etkisi altında kalır ve gelişir.
İslam hukukunun esası, Hz. Peygamber’den önce Araplar arasında var olan
örf ve âdetin kurallara bağlanarak pekiştirilmesi ve buna yeni ve ileri kuralların
katılmasıdır.
10
İlk yüzyıllarda içtihat yolundan giderek büyük gelişme gösteren İslam
hukukunun, içtihat yolunun kapatılmasıyla donduğu ve dünyadaki gelişmeye ayak
uyduramadığı kabul edilir. (2, Shf.39, 40)
Türkler, Müslüman-Türk devletlerini kurmaya başladıkları X yüzyıldan, İslam
hukukunu kesin olarak bıraktıkları XX yüzyıla kadar, İslam hukukunu daha çok özel
alanda uygular.
İslam hukukunun adı fıkıh’tır. Fıkıh, dine ait kuralların yanında devlete ve
özel yaşama ait kuralları da kapsar. Fıkıh’ın dine ait kurallarına İbadat, aile, miras,
ayni haklar, borçlar hukuku, yani özel yaşayışa ait kurallara Muamelat, ceza
hukukuna Ukubat denir. (2, Shf.40)
İslam hukukunun kaynakları Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır.
Kur’an, tanrı tarafından Hz. Peygamber’e gönderildiğine inanılan ayetlerin
bütünüdür.
Sünnet, Hazret-i Peygamberin kimi olaylar, anlaşmazlıklar karşısında
söylediği sözler, koyduğu kurallar, sorulan sorulara verdiği cevaplardır ki örnek
alınması ve uyulması gereken kurallardır.
İcma, belli bir dönem veya zaman içinde yaşayan fakihlerin (din bilginlerinin)
bir sorun üzerinde aynı düşüncede olmaları, buna uyulması ve aksine görüş ileri
sürülememesidir.
Kıyas, Kuran ve Sünnette yer alan kuralın, aynı kaynaklarda yer almamış
olan bir sorunun çözümü için, benzetilerek uygulanmasıdır ki Sünni mezheplerin
doğmasına kıyasın yol açtığı ileri sürülür.
İslam hukukunun kaynaklarından biri de içtihattır.
İçtihat, fıkıh kaynaklarının koymuş olduğu kurallardan hangisine uyulması
gerekeceğinin aranıp bulunmasıdır ki bu işi yapanlara Müçtehit denir. Sonradan
sorunların kesin olarak çözüldüğüne inanılmış ve içtihat yolu kapatılmıştır. İçtihat
yolunun kapatılması İslam hukukunun gelişmesini durdurmuştur. Sorunlar çıkınca
Fıkıh bilgini sayılan Müftü’lere sorulur, alınan fetva’yla çözüm yoluna gidilir. (2, Shf.47)
İslam hukukunda, özel hukukunun tersine, kamu hukuku çok az işlenmiştir.
Kamu hukuku çoğu kez örf ve adet hukukuna göre yürütülmüştür.
İslam devletleri, bütün Müslümanları içine alan ve bütün dünyaya egemen
olmak isteyen bir anlayışa dayandığı için, İslam kamu hukuku evrensel bir boyut taşır.
İslam devletinin başında halife bulunur. Halife, Emir ül-Müminin yani
Müslümanların Emiridir. Müslüman olmayanlarla savaşan orduların başkomutanı,
Müslümanların ortak ibadetini yaptıran başimam, Peygamberin halefidir.
Halifeye itaat etmeyen, Peygamber’e ve dolaysıyla Allaha karşı isyan etmiş
sayılır.
11
İslam kamu hukukuna göre dünya, Dar-ül Harb, Dar ül-İslam olarak ikiye
ayrılır. İslam egemenliği altında olan bütün topraklar Dar ül-İslam, olmayanlar ise Dar
ül-Harp’tir.
Dar-ül Harbi, Dar ül-İslam’a çevirmek için Cihat gerekir. Halife her yıl Cihat
yamakla yükümlüdür.
Bütün Müslümanlar Dar ül-Harbe giren ülkeden çıkmak zorundadır, eşinin
ardından gelmeyen kadın boşanmış sayılır. (2, Shf.55)
İslam Ceza Hukukunun Fıkıhtaki adı, yukarıda belirttiğimiz gibi, Ukubat’tır.
İslam hukukunda işlenen suç, ya Allah’a ya da kişiye karşı işlenir.
Suç yalnızca Allah’a karşı işlenmişse ve bunu kimse görmemişse, suçluya
bunu saklaması, suç meydana çıkmışsa inkâr etmesi, itiraf etmişse ikrarını geri
alması yalnız sessizce Allah’tan af dilemesi sağlık verilir; çünkü Allah bağışlayıcıdır.
(2, Shf.59)
Bir kere ortaya çıkmış bu tür suçlara ceza verip vermemekte serbestlik vardır.
Eğer suç kişiye karşı işlenmiş, özel hukukuna engel olmuşsa, bu kişinin yakınması,
zarar görmesi üzerine harekete geçilir.
İslam ceza hukukunda suçlara verilen cezalar dört gruba ayrılır: Kısas, Diyet,
Hadd, Tazir.
Kısas, cana karşı canla ödeşmedir; öldüren öldürülür. Ancak bunun
uygulanabilmesi için suçun bilerek isteyerek (taammüden) işlenmesi gerekir.
Diyet (=Kanlık), bedel ödemedir. Ölüm ya da yaralanmayla sonuçlanan bir suç
işlendiği zaman kıyasın istenmediği veya uygulanmasının olanaksız bulunduğu
durumlarda, suç işleyenin maktul yakınana veya mağdura mal (hayvan, para, altın,
eşya vs) vererek bedel ödemesidir.
Had, Kuran’da belirtilen değişmez cezaların uygulanmasıdır. Bu ceza Allaha
karşı işlenen suçlara karşı konmuştur, yakınmasız kovuşturulur. Allaha karşı işlenen
suçu kimse görmemişse susması, itiraf etmişse inkâr etmesi, Allah’tan sessizce af
dilemesi istenir. Hadd cezası, beş suça uygulanır ki bu suçlar: Zina, İftira, Hamr
(alkol, şarap içme), Hırsızlık, Yağma’dır (Yol Kesme). Kur’an’da olmayan Hamr suçu
ile Zina yapan kadına uygulanan Recim (taşlayarak öldürme) cezası İcma yoluyla
konmuştur.
Tazir, Kuran’da yer almayan suçlara karşı verilecek cezadır. Tazir’de ölüm
cezası yoktur; ancak halifeye, hükümdara, devlete karşı olduğu ve zarar verdiği
sonucuna varılan suçlarda bu hak tanınmıştır ki buna Siyaseten Katıl denir ve bu
ceza Şeyh ül-İslam’dan fetva alınarak uygulanabilinir.
Hz. Peygamber sağ iken özel hukuk alanında çıkan anlaşmazlıkları çözer ve
suç işleyenlere cezalarını verir. Sonradan Dar ül-İslam (İslam memleketi) büyüyünce
halifeler bütün anlaşmazlıkları çözümleyemez duruma gelir, zorunlu olarak illerde
12
valiler bu işlere bakmaya başlar. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında bile hukuki
anlaşmazlıkları çözmek üzere Kadı’lar görevlendirilir.
Kadılar hem ceza hem de özel hukuk işlerine bakar.
Şeriata göre kadı, şeriatı iyi bilen, mahkûmiyeti olmayan, vereceği hükümleri
fıkıh (İslam hukuku) kaynaklarından kendisi çıkarabilen, müçtehit (İslam hukuku
yorumcusu) gibi hareket edebilen kişidir.
Kadı olmak için erkek olmak gerekmez, kadınlarda kadı olabilir, yalnız kadın
kadılar, Kısas ve had cezalarında kadılık yapamaz, tanıklık edemez.
Kadılar yalnızca davalara bakmaz, aynı zamanda vakıf işlerine, yetim ve
delilerin mallarının yönetilmesine, erkek akrabası olmayan kadınların evlendirilmesi
işlerine de bakar.
Kadının özel hukuk veya ceza hukuku alanında bir sorunu çözebilmesi için,
özel hukuk alanında bir yakınıcının kadıya başvurarak dava açması; ceza hukukunda
ise suç kişiye karşı (Hakkı Âdem) işlenmiş ise zarar görenin veya varislerinin, tanrıya
karşı (Hakkı Allah) işlenmiş ise herhangi bir müslimin başvurması gerekir. Suç had
cezasını gerektiren suçlardan ise, kadı suçu öğrenir öğrenmez kendiliğinden
harekete geçer, yakınmayı beklemeden davaya bakar. (2,65)
Hakkı ihlal edilen kişi kadıya başvurur, kadı, suç isnat edileni mahkemeye
çağırır. Yargılama açık ve sözlü yapılır, şahitler dinlenir, kanıtlar toplanır ve karar
verilir. Verilen kararı, zaptiyece yerine getirilir.
İslam hukukuna göre, ülkenin baş kadısını (Şeyh ül-İslam) halife atar. Türkİslam
devletlerinin baş kadısını önceleri Bağdat’taki Abbasi halifesi, Yavuz Sultan
Selim’in halifeliği üslenmesinden sonrada Osmanlı padişahı atardı.
Osmanlı’da Adalet İşlerinin başı Kazasker ile Şeyh ül-İslam’dır. Kazasker
askerlerin davalarına, miras işlerine bakar, kadıları ve müderrisleri atar. 1480’e kadar
bir adet Kazasker var iken, bu tarihten sonra Anadolu ve Rumeli kazaskeri olur ve her
ikisi de Divan-ı Hümayun’a girer.
Osmanlı’da Şeyh-ül- İslam, din işlerine bakan en yüksek görevlidir, manevi
makamdır, bundan dolayı ulemanın da başı sayılır. Kazaskerlik, Mollalık ve
müderrislikte bulunanlar Şeyh-ül-İslam atanırken, Ebussuud Efendi’den sonra
genellikle Rumeli Kazaskeri bu göreve atanmıştır. Sadrazam Padişahın dünyevi vekili
iken Şeyh ül-İslam dinsel vekilidir. Şeyh ül-İslam, Divanın üyesi değildir. Özel şeri bir
hususun çözümü için Divan’a çağrılabilirdi. Cülusta (padişahın tahta çıkması), kılıç
kuşanma, sultan cenazelerini kaldırmada görevlidir. Padişahın özel olarak gönderdiği
davalara bakar, çözülmeyen şerii sorunları fetva vererek çözümler, kadıların doğru
karar vermesi için yol gösterir, ancak yerlerine geçip hüküm kuramaz. Birçok şehirde
bulunan ve Şeyh ül-İslam’a bağlı olan Müftüler de benzer biçimde görev yapar. Şeyh
ül-İslamlık cumhuriyete kadar sürerse da Tanzimat’tan sonra yapılan düzenlemelerle
önemini yitirir, ancak 1876 Anayasası’na göre Bakanlar Kurulunun üyesi sayılır.(2,
Shf.138, 139)
13
Osmanlı’da küçük kasabalara kadar dal budak salan yargı örgütü vardır.
Kazaskerden itibaren aşağıya doğru giden bir hiyerarşi içindedir. Bu örgütün en
önemli unsuru hâkimlerdir. Hâkimlerin başında “Molla” denilen hâkim, bundan sonra
sırala belirli şehirlerde mollalık yapan hâkimler (Küçük Molla), hâkim olmayan
müfettişler, şehirlerde görev yapan kadılar, kazalarda görev yapan naipler gelir.
Osmanlı’da ilk medreseyi 1326 yılında Sulatan Orhan İznik’te kurar. Fatih
Sultan Mehmet, Fatih, Ayasofya, Eyüp; Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye
medreselerini kurar. Bu medreselerde Tıp, Matematik, İlahiyat, Hukuk okutulur.
Öğretim derecesi 12’dir. Medrese’de okuyan öğrencilere Talebe denir, sınavla bir üst
sınıfa geçenlere Danişment adı verilir. Sınıfını bitirip öğrenime devam etmeyenler bir
sınavla Naip olur. Öğrenime devam eden Danişment, sınavla mülazımlığa geçerdi.
Mülazımlığa geçenlerden isteyen kadı olur, müderris olmak isteyenler okumaya
devam eder. Süleymaniye’de müderrisliğe kadar yükselenler molla (hâkim) olabilirdi.
Devletin çıkarmış olduğu ve iktisadi hayatın en ince noktalarını düzenleyen
ihtisap kanunlarına dayanarak “iktisap Ağaları” da çarşı ve pazardaki hayatı
düzenlerdi, denetlerdi.
Osmanlı da İslam ceza hukuku tam uygulanamamış, bazı değiştirmelere
uğramıştır. Değiştirmeler had cezalarında görülür. Osmanlı yalnız cezaları
değiştirmekle kalmaz, yeni cezalar koyar ve suçlunun maddi durumuna göre
basamaklandırır. Fatih Kararnamelerinde bu değişiklikler görülür, “at uğurlarsa eline
keseler, kesmezlerse 200 akçe cerem alına” buyruğunda olduğu gibi, hırsızlık
suçunda had hükümlerine aykırı hüküm konmuş, hâkime takdir hakkı tanımıştır.
Tanzimat Hukuku (Şerii-Laik ikili hukuk)
Milattan önce 200 yılında Hunlarla başlayan Türk Hukuku, X yüzyıldan itibaren
girdiği İslam Hukuku cenderesinden, Türk-İslam devletlerindeki örfi hukuk
uygulamalarıyla kurtularak nefes almaya, 1730’da Lale Devri ile İslami yaşam tarzı
yanında batı yaşam tarzını benimsemeye, 1789’da yapılan reform çabalarının
Padişah III Selim öldürülmesiyle tıkanması, Padişah II. Mahmut’un 1826’da yeniçeri
kışlalarını topa tutarak reforma karşı direnişi kırılması, 3 Kasım 1939 tarihli Tanzimat
fermanı ile İslam hukuku ile batı hukukunu birlikte uygulamaya çalışan ikilili bir hukuk
düzeninin oluşumuyla noktalanır.
Padişah II. Mahmut döneminde, Meclis-i Vala-yı Ahkâmı Adliye adlı bir kurul
oluşturulur, bu kurula yönetim işlerinde danışma, memurları yargılama, devlet ile
kişiler arası uyuşmazlıkları çözme görevi verilir, bu kurul hukuk alanında dönüşümün
başlangıcı olur.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu (fermanı) yayınlanana kadar idare hukuku, medeni
hukuku, ceza hukuku alanlarına ilişkin yargı yolu ayrımı yoktur; kadılar, her türlü
davaya bakar.
Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti’nde üç tip mahkeme vardır: Osmanlı
tebaası Müslüman halkın kendi arasında ve yabancı uyruklular arasında çıkan her
türlü anlaşmazlıklara bakan Şeriat mahkemeleri, Müslüman olmayan cemaat
üyelerinin davalarına bakan cemaat mahkemeleri, kapitülasyondan yararlanan
yabancı uyruklu kişiler arasındaki davalara bakan Konsolosluk mahkemeleri.
Saray entrikalarının artması, yeteneksiz, ürkek padişahların tahta çıkması,
kapıkulu ve dirlik düzenin bozulması, Osmanlının toprak kaybetmeye başlaması, dış
baskıların artması hukuki düzenlemeyi zorunlu kılır ve ilk köklü değişim Tanzimat
fermanı ile olur.
Tanzimat süreci, aynı zamanda, İslam hukuku ile batı hukuku arasında bir
çeşit mücadele sürecidir. Mücadelenin sonunda kamu hukuku alanında batı hukuku
yanlıları, özel hukuku alanında İslam hukuku yanlıları öne çıkar.
Tanzimat fermanı, hukuki bakımdan, beş esaslı noktayı içine alır: (1)Kanun
önünde Müslüman olan olmayan eşittir, (2) Herkesin, can, mal ve ırzı dokunulmazdır;
(3) Kanunsuz vergi alınmaz ve vergi iltizamları olmaz; (4) Eşitlik gözeten bir yöntemle
asker alınır; (5) Ceza davaları açık görülür (alenidir).
Tanzimat, Osmanlı Devletinde o zamana kadar hüküm süren “keyflik”ten
“hukuki”liğe, “kanusuzluk”tan “meşruiyet”e, “emniyetsizlik”ten “emniyete” geçişi ifade
eder (5, Shf.139)
Tanzimat fermanından üzerine ilk çıkarılan kanun, 1840 tarihli ceza
kanunudur. 1851’de Kanun-i Cedit (Yeni Kanun), 1858 yılında Fransız Ceza Kanun’u
esas alınarak yeni bir ceza kanunu yürürlüğe konur. Bu son ceza kanunu 1926 tarihli
Türk Ceza Kanun’u kabul edilene kadar uygulanır. 1879’da Fransız Ceza Yargılama
Usulü Kanunu çevrilerek Osmanlı Ceza Usul Kanunu yürürlüğe girer.
1856 yılında yayımlanan Islahat Fermanı ile Müslimlerle gayrimüslimler
arasında davaları görmek üzere karmaşık mahkemelerin kurulacağı, gayrimüslimlerin
mülk sahibi olabileceği kabul edilir.
Özel hukuk alanında çıkarılan kanunlar, ya İslam hukukuna dayandırılır ya da
yabancı kanunlardan çeviri yoluyla elde edilir. Özel hukuk alanında ilk çıkarılan kanun
1950 tarihli Ticaret Kanunu’dur. Bu kanunda esas olarak Fransız Ticaret Kanunu’na
dayanmaktadır. 1861’de Ticaret Yargılama Usul Kanun’u, 1863’te Deniz Ticaret
Kanun’u yürürlüğe girer.
1868’de Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adlı kurul Divan-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şura-ı
Devlet olarak ikiye ayrılır, birincisi adliye mahkemelerinin en yükseği (Yargıtay),
ikincisi de idari yargı organı (Danıştay) olur.
1831–39 arasında Dirlik sistemine dayanan Osmanlı toprak düzeninde Tımar
örgütlenmesi kaldırılır, 1858’de Arazi Kanunu çıkarılır. Kanun, mülk araziyi
tanımakla yetinir, düzenlenmeyi fıkıh kurallarına bırakır.
Tanzimat’tan sonra medeni hukuk alanında çıkarılan en önemli kanunun,
Mecelle-i Ahkâm-i Adliye’dir. 1869–1976 yılları arasında İslam hukukunun Hanefi
mezhebine dayanılarak hazırlanan, Mecelle adıyla bilinen bu kanun, 1851 maddeden
oluşur. Mecellede borçlar hukukundan, medeni hukuktan söz edilmez, evlenme,
boşanma, miras ile ilgili hükümler yer almaz. Mecelle içinde İslam hukukunun birçok
hükümleri Türkçe olarak toplanır ve saptanır.
Mecellenin Hanefi mezhebinin esas alarak hazırlanması, Hanefi mezhebinden
olmayanları mahkemelere başvurmaktan alıkoyar, sorunlarını inandıkları mezhebin
kurallarına göre iç bünyelerinde çözmeye iter.
1879 yılında Fransa’nın medeni usul kanunundan yararlanarak Osmanlı
Hukuk Yargılama Usulü Kanun’u (Usul-i Muhakeme-i Hukukiye) çıkarılır.
1876’da kabul edilen Kanun-u Esasi (Anayasa), Avrupa Monarşilerinin ve
parlamentarizmin etkileriyle yazılır. Yasama, yürütme ve yargı (Erk) Osmanlı
mutlakıyetçiliğinin izlerini taşır, padişahın kişiliğinde birleşir.
Bu Anayasa’ya göre, Şeyh ül-İslam ile diğer vekiller (bakanlar), Sadrazamın
(Başbakan) başkanlığı altında Bakanlar Kurulunu (=Heyet-i Vükela) oluşturur.
Bakanlar padişah tarafından atanır. Sadrazam, Şeyhülislam ve bakanlar hem
padişaha hem de Meclis-i Umumiye karşı sorumlu kabul edilir.
Meclis-i Umumu, Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan’dan oluşur. Meclis-i Ayan
üyelerini padişah atar. Meclis-i Mebusan üyeleri ise, 50.000 Osmanlı Tebaasına
(yurttaş) göre hesaplanır ve erkek seçmenler tarafından seçilir.
Bu Kanun-u Esasi (Anayasa) tam bir uygulama olanağı bulamadan, Padişah
II. Abdülhamit tarafından 14 Şubat 1878’de askıya alınır. 30 yıl süren istibdat
(baskıcı) dönemden sonra, 24 Temmuz 1908 tarihli İttihat ve Terakki isyanıyla
yeniden yürürlüğe konur, yapılan değişiklikle padişahın yetkileri kısıtlanır, Meclis’i
Umumi’nin yetkileri artırılarak, “Mutlakıyetçi Monarşi”den, “Parlamenter Monarşiye”
geçilir.
Tanzimat’tan sonra Osmanlının taşra örgütü yeniden düzenlenir, 1864
tarihinde Vilayet Nizamnamesi çıkarılır, Osmanlı Devleti vilayetlere, vilayetler liva
veya sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere, nahiyeler de köylere ayrılır.
Vilayetleri vali, sancakları mutasarrıf, kazaları kaymakam, nahiyeleri nahiye müdürü,
köyleri muhtar yönetir. 1870’te yeni bir Vilayet nizamnamesi kabul edilir ve
Cumhuriyetin ilanından sonra 1929 çıkarılan Vilayet İdaresi Kanunu’na kadar
yürürlükte kalır.
Yargı, Nizamiye mahkemeleri, Ticaret mahkemeleri, Şeriyye mahkemeleri,
Cemaat mahkemeleri ve Konsolosluk mahkemeleri olarak biçimlenir..
Şeriyye mahkemeleri Şeyh ül-İslam kapısına bağlı olarak çalışır, her kaza,
sancak ve vilayet merkezinde bir Şeriyye mahkemesi bulunur. Ticaret davalarına
bakmak üzere bazı yerlerde Ticaret Mahkemesi açılır.
Yeni alınan kanunları uygulamak üzere, kaza, sancak, vilayet bidayet (ilk
derece) mahkemeleri adıyla nizamiye mahkemeleri kurulur.
Nizamiye mahkemelerinde yargıç veya savcı olabilmek için İstanbul Hukuk
Mektebini bitirmek gerekirdi. Avukatlık ise, 1875 tarihinde İstanbul için kabul edilir,
1976’da bütün ülkeyi kapsar.
Cumhuriyet Hukuku (Laik)
Bu yenileşme, yeniden yapılanma sürerken, 1877–78 Osmanlı Rus Savaşı’yla
Doğu Anadolu, 1912 ve 1913 Balkan savaşlarıyla Balkanlar, 1914 Birinci Dünya
savaşı ile Kafkaslar, Kuzey Afrika, Arabistan, Irak, Suriye elden çıkar, Osmanlı
Anadolu’ya sıkışır.
30 Ekim 1918’de Birinci Dünya Savaşının galip devletleri ile (İngiliz, Fransız,
İtalyan) Mondros Mütarekesi (Ateşkes) imzalanır. Mütareke imzalandığı sırada
Osmanlı ordularının elinde olan, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ınca
Misak-ı Milli sınırları içinde alınan topraklar, önce işgal girişimine uğrar, sonrada 10
Ağustos 1920’de Osmanlı delegeleriyle imzalan Sevr Antlaşmasıyla İngiliz, Fransız
ve İtalyanlar arasında paylaşılır, bağımız Ermenistan ve Ermenistan’a bağlı muhtar
(Özerk) Kürdistan kurulması kararlaştırılır.
İşgale karşı Anadolu halkının direnişi ile başlayan, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıkmasıyla hızlanan, Sivas, Erzurum kongreleri ile derlenip
toparlanan, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Milli Meclis’in yönetiminde, Mustafa
Kemal’in önderliğinde, misak-ı milli sınırları içinde işgalci dış işbirlikçi iç düşmana
karşı sürdürülen kurtuluş mücadelesinin kazanılması, Sevr Antlaşmasını tarihin çöp
sepetine atar; 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması, 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyetin ilanı, 3 Mart 1924’te Hilafetin ilgası ve eğitim birliği yasasının kabulü, 5
Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’nin açılması, 30 Kasım 1925’te Tekke ve
Zaviyelerin kapatılması, 17 Şubat 1926’da Medeni Kanunun yürürlüğe konulması
Türk hukukunda yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Bu dönem, Osmanlı döneminde başlayan laik hukuk anlayışının uygulamaya
konulması, “akli olmayan nakli kaynakların” reddedilmesidir. Bu anlamda 1926
yılında yürürlüğe konulan Türk Medeni Kanun’u, hem çağdaşlaşmanın bir aracı hem
de laik hukuk anlayışının bir uygulanmasıdır.
Yasama, yürütme ve yargının ayrılması (Kuvvetler ayrılığı), yasama ve
yürütmenin yargıya karışmaması, bağımsız yargı, yansız yargıç ilkesinin yargılama
hukukunda egemen kılınması, “kanıtsız vicdani kanaat olmaması” ve kararların
kanıtlarla desteklenen “vicdani kanata göre” verilmesi, laik hukuk anlayışının bir
sonucudur.
Cumhuriyetin laik okullarında yetişen(!), özel girişimciliğin ve liberal
ekonominin bayraktarlığını yapan sağcı, dinci, tarikatçıların, egemenlerin desteğiyle,
dini ve dince kutsal sayılan değerleri kullanarak, gerici darbelerin yarattığı siyasal
ortamdan yararlanarak, siyasi iktidarı ele geçirmeleri; iktidarlarını, gericiliğin,
tutuculuğun, Osmanlı hukuk düzenine özlemin bir aracı haline dönüştürmeleri,
emperyalizmin doğrudan ve dolaylı müdahalesi, Türk hukukunu çağdaşlaşma
hedefinden uzaklaştırır, gericiliğin tuzağına düşürür.
Bugünkü iktidarın adli, idari, askeri yargıyı tek çatı altında toplama girişimi,
bağımsız yargıyı yok etme, iktidarın hizmetine alma girişimidir. Bunu anlamamak için
hukuk alanında yapılanlara bakmak yeterlidir. 17.02.2013
Av. Mehdi BEKTAŞ
*1: Devrim Bitmeyen Sevda, Mehdi Bektaş, Arkadaş Yayınları, 1.baskı, 2010.
2: Türk Hukuk Tarihi, Prof. Dr. Çoşkun Üçok, 1966, 4.baskı,
3: Tarih Atlası 2004, D.B.R Yayıncılık.
4. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Prof.Dr.Osman Turan, Boğaziçi Yayınları, 6.baskı,1997
5. Tanzimat I, Milli Eğitim Bakanlığı, Araştırma –İnceleme Dizisi, Komisyon, Milli Eğitim Basımevi, 1999