Ana SayfaArşivMakalelerErgenekon Gibi Davalar

Ergenekon Gibi Davalar

4 Eylül 2013
Av. Mehdi BEKTAŞ

Başka ülkeleri bilmem ama bizim ülkemizde yargı çok konuşuluyor, tartışılıyor.
Herkesin bildiği ve yakından ilgilendiği üç önemli konu var, birincisi ekonomi,
ikincisi sağlık, üçüncüsü hukuk. Bu üç konuda bilen bilmeyen herkes
konuşuyor! Kendi sorununu çözmeyenler başkasına akıl vermeyi pek seviyor!
Bunun nedeni insanın bu üç konuyla iç içe yaşaması olmalı. Hangi ekonomik,
sosyal, siyasal sistem olursa olsun, bu üç konu toplumun “olmazsa olmazı”dır.
Ekonomi bireysel ve toplumsal yaşamın sürmesinde, sağlık yaşamın kaliteli
olmasında, hukuk huzurun sağlanmasında işlevseldir.
Ekonomisi bozuk bir ülkede sağlığın düzgün olması, hukukun adil işlemesi çok
zordur, hatta olanaksızdır! Ekonomiyi geliştirebilir, sağlığı düzeltebilirsiniz,
ancak hukuku sağlıklı işletip adaleti sağlayamazsanız huzuru da bulamazsınız!
Hukuk yalnızca insan yargılayan, ceza veren bir kurum olarak algılanmamalıdır,
çünkü o ekonomiden siyasete, sosyal yaşamdan eğitime kadar tüm yaşam
alanlarını düzenleyen, düzgün işlemesini sağlayan bir düzendir yani sistemdir.
Hukuki düzeni düzgün olmazsa, yaşam alanlarındaki çatışmalar kaçınılmazdır.
Hukuk, hem ideolojik hem de politiktir. Yaşam alanlarının işleyişinde öncelik
kime veriliyor, kim yarar sağlıyor, topluma mı, sınıfa mı, bir azınlığa mı hizmet
ediliyor, buna bakılır!
İktidarın eylem ve işlemlerine, yaptığı düzenlemelere, çıkardıkları kanunlara,
izledikleri iç ve dış politikalara, toplumsal olaylara karşı gösterdikleri tepkilere
bakarak bunu anlamak çok kolaydır.
İktidarların izlediği yol, somut duruma ve çağın gelişimine uymuyorsa ve bunda
ısrar ediyorsa, yapacak fazla bir şey de yoktur, bireysel ve toplumsal ekonomi
dikiş tutmaz, sosyal düzen bozulur, adalet duygusu zayıflar, fiziksel ve ruhsal
çöküntü başlar, çatışma kaçınılmaz hale gelir.
İktidarlar devlet gücünü kullanarak, hukuki görünen şiddete başvurarak bu
çatışma ortamını önleyeceğini sanarsa da genellikle yanılır, zorla sağlanan
huzurun geçici olduğunu kısa sürede anlar. Ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki
sorunlar, çağın gereklerine, toplumun ihtiyaçlarına göre çözümlenmezse, çözüm
umudu verilmezse yeni toplumsal olaylar, patlamalar, çatışmalar kaçınılmaz
olur!
Son on yıla damgasını vuran AKP iktidarı, ekonomiyi özel sektöre devretmiştir,
kamuyu dışlamış, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çokuluslu şirketlerin
2
yağmasına sunmuş, ülkenin birikimlerini yok pahasına yabancılara satmış,
çalışma yaşamını altüst etmiş ve çalışanı “bir lokma bir hırka”ya muhtaç hale
getirmiş, sağlık alanını yurt içi yurt dışı tekellerin eline vermiş, devletin
hastanelerini sağlık ocağına dönüştürmüş, hastayı tarikatların cemaatlerin elinde
müşteri konumuna sokmuş; medeni, ceza, borçlar, iş, ticaret, idare ve usul
hukuku dallarında yeni düzenlemeler ve köklü değişiklikler yaparak yargı
güvenliğini ortadan kaldırmış, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, yansız yargıç
ilkelerinin içini boşaltmıştır.
AKP iktidarın cumhuriyet hukukuyla bu kadar oynanmasının nedenini anlamak
için şanlı diye niteledikleri Osmanlıya, Osmanlının hukuk düzenine kısaca
bakmak yeterlidir. Davranışlarının hem ideolojik, hem politik olduğu,
cumhuriyetin değerlerini yok ederek, laik hukuk düzeninden kurtularak, dinci
iktidarlarını kalıcı kılmak için çalıştıklarını anlamak zor değildir.
Osmanlı’da, Tanzimat’ın ilanına (1876) kadar şerii hukuk ile örfi hukuk yan
yana olmuş, idari işlemlerde örfi hukuk, aile, miras, ticaret, cezai vs. alanlarda
Şerii (Dinsel) hukuk uygulanmıştır.
Şerri mahkemelerde medreseden mezun olan mollalar görev yaptığı, Kur’an,
Sünnet, İcma hükümlerine göre karar verdikleri için, kararlar üzerinde pek
tartışma yoktur, tartışmalar şerii mahkemelere yol gösteren, uygulanacak
kuralları belirleyen Şeyhülislam fetvaları üzerinedir.
İslam hukukunun adı fıkıh’tır. Fıkıh’ın dine ait kurallarına İbadat, özel yaşama
ilişkin kurallarına Muamelat, ceza hukukuna ise Ukubat denir. Kaynakları ise
Kur’an (Ayetler), Sünnet(Hazreti Peygamberin sözleri), İcma (Din Âlimlerin bir
konudaki ortak görüşü), Kıyas (Benzer konularda aynı hükmün uygulanması)
ve içtihattır (Âlimlerin çeşit konulara ilişkin görüşü)
İslam Ceza Hukukunda suç ya Allah’a ya da kişiye karşı işlenir. Suça verilen
cezada dört gruptur: Kısas, Diyet, Had, Tazir.
Kısas, cana karşı canla ödeşmedir.
Diyet (=Kanlık), bedel ödemedir.
Had, Kuran’da belirtilen değişmez cezaların uygulanmasıdır ki bunlarda zina,
iftira, hamr (alkol, şarap içme), hırsızlık ve yağmadır.
Hamr ile zina yapan kadına uygulanan Recim (taşlayarak öldürme) cezası icma
yoluyla konulmuştur.
3
Tazir, Kuran’da yer almayan suçlara karşı verilecek cezadır, ölüm cezası yoktur,
ancak Halifeye, Hükümdara, Devlete karşı işlenen suçlarda, Şeyhülislam
fetvasıyla idam uygulanabilir.
Ülkenin baş kadısı olan Şeyhülislam’ı halife atar. Şeyhülislam din işlerine bakan
en yüksek görevlidir, manevi makamdır, bundan dolayı ulemanın da başı sayılır.
Sadrazam Padişahın dünyevi vekili iken Şeyhülislam uhrevi (dinsel) vekilidir;
padişahların tahta çıkmasında, kılıç kuşanmasında, sultan cenazelerinin
kaldırmasında görevlidir; padişahın özel olarak gönderdiği davalara bakar, şerii
konulara ilişkin fetva verir, kadılara yol gösterir, ancak yerlerine geçip hüküm
kuramaz.
Osmanlı’nın halifeliği almasından sonra (1517) halife padişahça şeyhülislamlığa
atanan İbn Kemalpaşazade (1468–1534) ile Ebussuud Efendi’nin (1491–1574)
Kızılbaşlık, Rafızîlik, Mülhitlik olarak nitelenen Alevilik ile Şiilik hakkında
verdikleri fetvalar, çok tartışılır, dinin siyasette kullanılmasının en tipik
örneklerini oluşturur.
Padişah III. Murat’ın izniyle Mısırlı müneccim Takiyeddin Efendi’nin 1574’te
Tophane sırtlarında kurduğu rasathane (gözlemevi), İbrahim Müteferrika’nın
1727 yılında İstanbul’da açtığı matbaa, dinen caiz olamadığı yolundaki fetvalar
üzerine yakılır, yıkılır.
Tanzimatla birlikte şerii hukuk yanında laik hukuk ortaya çıkarsa da yeterli
gelişmeyi sağlayamaz. Cumhuriyetin laik hukuk sistemini benimsemesi, Şerii
hukuk düzenini ortadan kaldırması köklü bir dönüşümdür, ancak dinci, sağcı
siyasal iktidarların tutumu, laikliği örseleyen eğitim politikaları, laikliği
özümseyememiş, içselleştirememiş uygulamacıların, hukukçuların varlığı,
kamuyla bireyin, devletle yurttaşın karşı karşıya geldiği davalarda nesnel
kararlar verilmesinde sıkıntılar yaratır, laiklik karşıtı siyasal iktidarların yargıyı
zorlamak, yönlendirmek için her yolu meşru gördükleri gözlemlenir.
AKP iktidarının başının, Danıştay’ın zorunlu din dersinde zorlama
yapılamayacağı yolundaki kararına karşı “Yargı bu işe ne karışıyor, fetva
alınması gerekir” demesi, geçmişteki şerii yargılamaya öykünmesinden, dini
siyasette alet etmesinden kaynaklanıyordur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda
yapılan, “Yetmez Ama Evet”çilerin de desteği ile 12 Eylül 2010’de yapılan
referandumla halka onaylattırılan değişikliklerle, yargının işleyişi, denetlenişi,
hâkimlerin, savcıların mesleğe alınması, yetiştirilmesi, atanması, yüksek yargı
organlarına üye seçilmesi yeniden düzenlenir. Laik cumhuriyet hukukunun
içinin boşaltılmasının, yargı erkinin yürütmenin gözetim ve denetimine
girmesinin, bağımsızlığın, yansızlığın, hukukun üstünlüğü ilkesinin sözde
kalmasının yolu açılır. Hâkim ve savcıların atanmalarında, yükseltilmelerinde,
4
yüksek yargı organlarına üye seçiminde laik görüş, özgür düşünce dışlanır,
liyakat yerine yandaşlık, tarikat bağlantısı öne çıkar, dogmatik düşünce
(medrese anlayışı) yargıyı kuşatır, yargı bu düzenlemeden sonra verdiği
kararlarla bireyin ve toplumun çağdaş gelişimini engelleyen bir unsur olarak
ortaya çıkar.
Siyasi iktidar, cumhuriyet ve değerleriyle hesaplaşırken, şimdi kime güveniyor,
kimden destek alıyor, görülmüyor mu? Anayasa Mahkemesi’nin 4+4+4
konusunda, Danıştay’ın türbanlı avukat konusunda verdiği kararlara bakılırsa,
laik cumhuriyetin ruhuna yargı aracılığıyla fatiha okunuyor. Önceden yargıcın
vicdanıyla cüzdanı arasına sıkıştığı söylenirdi, şimdi yüksek maaşından, makam
odasından, arabasından, kişisel malından, mülkünden, iktidar ve tarikata
bağlantısından söz ediliyor!
Bugünkü yargının işleyişine bakarak, cumhuriyetin aydınlanmacı, laik yargısı
denilebilir mi? Hani 1970’lerde “Askeri mahkemeler sivil yurttaşı
yargılayamaz!” deniyordu, şimdi sivil mahkemeler askeri yargılıyor, kimsede bir
şey demiyor, bir şey sormuyor! Sivil olduğu savlanan yargıyı kullanan siyasi
iktidar, laik düşünce yanlısı, şeriat karşıtı askerden intikam alıyor, millicilerin,
ulusalcıların, yurtsever solcuların dışında kimsenin sesi çıkmıyor, zil takıp
oynuyorlar!
Hukukta, bir suç işlendikten sonra bu suça bakmak için kurulmuş mahkemeye
olağan mahkeme, görev yapan yargıca olağan yargıç (Tabii Hâkim) denilemez!
Bu tür mahkemeler olağanüstü mahkemelerdir.
Ülkede Özel yetkili mahkemeler, kurulmasından çok önce işlendiği savlanan
suçlara ilişkin davalara bakıyor, örneğin 12 Eylül’den çok sonra kurulmalarına
karşın 12 Eylül davasını rahatlıkla görüyor(!) Sıkıyönetim mahkemeleri
olağanüstü mahkemelerdir diye yeri göğü inletenler, bu duruma sessiz kalıyor,
darbecilerden hesap soruyor diye övgüler düzüyor, davaya müdahil olarak
katılıyor, olağanüstü mahkemeyi meşrulaştırıp, 12 Eylül’ün ürünü olan siyasi
iktidarı aklıyor!
Siyasi iktidarın başı, sözcüleri, her konuda olduğu gibi maşallah yargılamalar
konusunda da allameler; bilgisizlik, ilkesizlik, tutarsızlık, toplumu kuşattığı için
olsa gerek rahatça konuşuyorlar; Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, 28 Şubat, 12
Eylül davalarıyla cuntacıların vurulduğunu, derin devletin açığa çıkartıldığını
söylüyorlar, demokrasi kazandı diye masal okuyorlar!
“Ergenekon davası cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının
adıdır. Bu dava ile 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’dan
5
süzülüp gelen müdahale ruhundan hesap sorulmuştur!” diyerek, kendi
hukuksuzluklarının üstünü rahatça örtüyorlar!
AKP hakkında kapatma davası açıldığında yargıya demediğini bırakmayanlar,
demokrasiyi bir araç ve inilecek istasyon sayanlar, sanat eserini “ucube” diye
yıkanlar, tükürenler, Tandoğan’daki güneş çocukları heykelini kaldırıp yerine
ibrik koyanlar, dört yol ağızlarına sanat eseri diye Suudi işi fıskiyeli havuz
yapanlar, parkları, bahçeleri yerle bir ederek yol geçirenler, gökdelenler
dikenler, alış veriş merkezi açanlar, gaipten haber alıp örtülü ödenekten
harcayanlar, beytülmalle el uzatarak abat olanlar, gümrük duvarlarını bir
kararnameyle indirip kaldırarak köşe dönenler, beş vakit ibadeti siyasete
dönüştürenler, torba yasalar çıkararak hukuk düzenini altüst edenler,
cumhuriyetin kurucularına “Ayyaş” diye saldıranlar, ülkenin yeraltı yerüstü
zenginliklerini peşkeş çekenler, birikimlerini haraç mezat satanlar, kendilerine
han, hamam, vatandaşa din iman sunanlar, sıfır sorun diyerek komşularla kanlı
bıçaklı olanlar, halkın gözünün içine baka hukuktan söz ediyorlar!
Ülkemizde durup dururken mi askeri darbeler oldu? Darbelerin, müdahalelerin
oluşumunda siyasi iktidarların hiç mi kusuru yok? Darbelerle, müdahalelerle
yıkılan siyasi iktidarlar, siyasetçiler, sütten çıkmış ak kaşık mı?
27 Mayıs 1960 devriminin mağduru (!) Menderes, halka, “Siz isterseniz hilafeti
bile getirebilirsiniz!”, “Odunu göstersem milletvekili yaparım”, “Orduyu
çavuşlarla yönetirim?” dememiş midir? Parlamentodaki muhalefeti yok etmek
için yargı yetkisine sahip tahkikat komisyonu kurmamış mıdır, vatan cephesi
örgütlenmesiyle iktidar yandaşları ve karşıtları olarak ikilik yaratmamış mıdır?
Örtülü ödenekten yandaş beslememiş midir? ABD’nin gözüne girmek için
Kore’ye asker gönderip, kanına girmemiş midir?
12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerinin mağduru (!) Süleyman Demirel,
“Bana sağcılar suç işletiyor dedirtemeziniz!”, Çorum’da halkın kanı faşist
katillerce akıtılırken “Çorumu Bırak Fatsa’ya Bak!” , “Tetik çekenle tespih
çeken bir mi?”, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın asılması için “Üçe
karşı üç!” dememiş midir, oy vermemiş midir? “Kars kalesine kızıl bayrak
astılar” diye meydanlarda dolaşıp halka kan kusturan Milliyetçi Cepheyi
kurmamış mıdır? 24 Ocak ekonomik kararlarına Özal’la birlikte alıp emekçileri
yoksulluğa, örgütsüzlüğe itmemiş midir? “En çok imam hatip okulu ben açtım”
diye dinci gericiliğin yolunu açmamış mıdır?
28 Şubat 1997’un muhtırasının mağduru Necmettin Erbakan, “Adil Düzen kanlı
mı kurulacak kansız mı kurulacak buna karar verilecek!”, “Patates dininden
olanlar olmayanlar ayrışacak”, “Rektörler türbana selam duracak!”, laik düzende
yaşamak arzusuyla sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemine katılanları
6
“Gulu gulu dansı yapıyorlar, mum söndürüyorlar!” dememiş midir? Tarikat
şeyhlerine cumhuriyetin kesesinden başbakanlıkta yemek vermemiş midir?
Cumhuriyetin değerlerine meydan okuyan türbanlı Merve Kavakçı’yı
milletvekili yapıp, parlamentoya sokmamış mıdır?
27 Nisan 2007 bildirisinin mağduru olduğunu iddia eden, 11 yıldır iktidarda
bulunan Tayip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve ekibi, iftar sofralarını
dolaşarak siyasi nutuk atmıyor mu, törenle cami açılışı yaparak dini siyasete alet
etmiyor mu; Resmi daireleri mescitlerle donatarak, ramazanda yemekhaneleri
tadilat gerekçesiyle kapatarak, namaz kılanlar kılmayanlar, oruç tutanlar
tutmayanlar diye kamu görevlilerini ayırmıyor mu; kamu görevine eleman
alımında inanç ayrımı yapmıyor mu, tarikatlar kamu kurumlarını ele geçirerek
parsellemedi mi?
İktidarların, siyasetçilerin, cumhuriyetin değerlerine, toplumsal yaşama ilişkin
söylediklerini, halkın geleceğine yönelik kurdukları tuzakları görmezden
gelenler, sözler şiddet içermiyor diye çağdışı düşünceyi perdelemiyor mu?
Cumhuriyetin okullarında yetişip cumhuriyetin canına ot tıkayanları,
emperyalizmin hizmetinde ülkeyi bölüp parçalamaya kalkanları, demokrasi
kahramanı, özgürlük savaşçısı olarak niteleyerek, cumhuriyeti ve değerlerini
savunanları vesayetçi, darbeci diye suçlamalarına, çıkarcılar, saflar dışında kim
inanır?
Siyasi iktidarlar, Anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlar içinde, demokratik
kurallara uygun olarak, çoğunluğun yanında azınlığın haklarını koruyarak, halkı
ayrıştırmadan, birbirine düşürmeden, can ve mal güvenliğini sağlayarak, çağdaş
gelişimin önünü açarak, seçildikleri süreyle sınırlı, kuruluş değerlerine bağlı
olarak ülkeyi yönetiyorlar da bir kısım kendini bilmez, ikbal, istikbal uğruna
darbe mi yapıyor, iktidarı mı deviriyor?
İktidarlar şunu iyi bilmek durumundadır: Seçim kazanmak, sınırsız iktidar
olmak, dilediğini yapmak değildir. Cumhuriyetin değerlerini örseleyen, hukuk
tanımayan, ülkenin varını yoğunu yabancıya satan, dini, dince kutsal sayılan
değerleri kullanan, çağ dışı yaklaşım ve örgütlenmelerle halkın özgürce oy
kullanmasını önleyen, demokrasinin hiçbir kuralına uymayan ya da kendine
yontan bir siyasi iktidara halk uzun süre dayanamaz! Her şeyin bir sınırı vardır,
bir olur, iki olur! Hukuksuzluklar, haksızlıklar giderilemezse halk ayağa kalkar,
yeter der, istense de istenmese de ortalık karışır, kitleler silahlı gücün duruma
müdahale etmesi beklentisine girer. Bu anlamda da her darbenin, müdahalenin
destekçisinin olduğu görülür.
Halk birbirine düşmüşse, hükümet taraf haline gelmişse, halkın bir kesimine
karşı şiddet uygularsa, sokak karışıyorsa, birlik bütünlük, kardeş kavgasını
7
önleme adına darbe gündeme girer, meşrulaşır! Bugüne kadar yapılan
müdahalelerin görünürdeki durumu böyle olmuştur.
Bu darbelerin arkasında kimler var, kim planlamış, kim destek vermiş gibi
konuların üzerinde fazla durulmaz, bilinmez, kaldı ki yeterli kanıtta bulunmaz,
çıkarsama yoluyla yorumlar yapılırsa da somut bir sonuca varılmaz!
Siyasi iktidarlar bu gerçekleri bilerek ülkeyi yönetirse pek sıkıntı yaşanmaz. Bir
ülke halkın binlerce yıllık birikimi üzerine kurulur, iktidarlar ne oldum delisi
olmayacak, ortalığı yakıp yıkmayacak, geçmişin iyi şeylerini inkâr ederek her
şeyi kendinden başlatmayacak, yoksa Gezi olayları gibi olaylar patlak verir, halk
ayağa kalkar, kimyalar bozulur, uykular kaçar, halkada ülkeye de yazık olur!
Darbe ya da ihtilal yapanlar kelleyi koltuğu alan insanlardır. Bu işi yapmaya
karar verdiklerinde, başarısız olurlarsa başlarına ne geleceğini elbette bilirler!
Kazanırlarsa kelle alırlar, kaybederlerse kelleleri gider! İşi bu noktaya
getirmemek siyasi iktidarların görevidir! Yoksa iş kan davasına dönüşür,
müdahalenin gerekçesi olayların kendisi olur, yasa masa da bunu engelleyemez!
AKP, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla, “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı”
olarak saptanıp mahkûm edilmemiş midir? İktidarın başı İstanbul Belediye
Başkanı iken Şeyh Sait isyanının patlak verdiği Siirt’te “Minaremiz süngümüz
kubbeler miğferimiz müminler askerimiz” sözlerinin yer aldığı şiiri okuyarak
“halkı suç işlemeye” tahrikten hüküm giymemiş midir? Başbakan, bakan,
milletvekilleri hakkında yolsuzluk, zimmet ve benzeri suçlamalarla açılmış
soruşturmalar, yargılama izin isteyen fezlekeler yok mudur? “Şiir okuyana dava
mı açılır?”, “Siyasi parti suç işlemez kişi suç işler!” gibi savunmaların hukuki
bir değeri var mıdır? Hukuki bir değeri olmayan bu sözleri iktidar yandaşları
sıkça kullanarak halkın kafasını karıştırıyor!
Öncelikle bilinmeli ki şiddet her suçun unsuru değildir. Örneğin “Tehdit”
suçunda maddi ya da manevi şiddet var ise de “Hakaret” suçunda yoktur. Tahrik
suçunda şiddet hem olabilir hem olmayabilir! Bu nedenle her olayı kendi
somutunda değerlendirmek gerekir. Cumhuriyetin değerlerine karşı sürdürülen
eylemlerde şiddette olabilir, olmayabilir de, başlangıçta olmasa da sonra ortaya
çıkabilirde! Tarikatçı Müslim Gündüz, “Laiklerin pis kanına elimiz bulaştırmak
istemiyoruz” demedi mi, bu laikliğe aykırı bir söylem ve sonuç itibariyle şiddete
çağrı değil mi? Başbakan Erdoğan’ın “Ben Ergenekon davasının savcısıyım”
demesi şiddet içermiyor ama iktidarın gücünü kullanarak yargıyı etkilemeye
kalkışması suç değil mi? Her suçta şiddet öğesi aramaya kalkarsan iktidarın
keyfiliğini yasal yoldan önleyemezsin, daha büyük sorunlar çıkar!
8
Suçlu olanların ve suç isnadı altında bulunanların, iktidar yetkisi kullananların,
Ergenekon ve Balyoz davaları nedeniyle basına demeç vermeleri, hep bir
ağızdan “Yargılama bitmemiştir, süreç devam ediyor, bunun Yargıtayı, Anayasa
Mahkemesi, İnsan Hakları Mahkemesi var!”demeleri göz yaşartıyor! Hani
bunlar, haklarında dava açılırken, kararlar verilirken böyle konuşmuyorlardı,
Yargıtay’ı var, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var demiyorlardı, “yargı
vesayet altındadır!” diye feryat, figan ediyorlardı! Ne oldu da birden bire büyük
hukukçu kesildiler? Kararlardan mutluluk duydukları, sevinç naraları attıkları
gözle görülürken, timsah gözyaşları dökmeleri insanları şaşırtmıyor mu?
Yargılama sürecin devam ettiğini herkes biliyor; bilinmeyen, mahkemenin,
hangi kanıtlarla devletine, halkına büyük hizmetlerde bulunmuş, emekli olmuş,
60–70 yaşlarına gelmiş, rektörü, dekanı, komutanı, bilim adamı, yazarı, çizeri,
subayı, sanatçısı, gazetecisinin, ağırlaştırılmış müebbet hapse kadar varan hapis
cezası vermiş olmasıdır. Siyasi iktidar bu işin neresindedir, ne kadar içindedir,
bu kadar ağır cezaya çarptırılanlar ölmeden önce cezaevinden çıkabilecekler
midir gibi sorular vardır ve bu çoğaltılabilir!
Bir hukuk devletinde insanlar elbette tutuklanabilir, cezaevine konabilir, hatta
salıverilmeden cezaevinde tedavi edilebilir, cezasını çekerken yaşamını
yitirebilir de! Bunda bireysel, toplumsal yarar görenlerde olabilir! Ancak bu,
toplumu derinden sarsacak ciddi bir suçun işlenmesi, tutuklunun bu suçu
işlediğinin kesine yakın sağlam kanıtlarla ortaya konulması durumlarında söz
konusu olabilir! Çağdaş yargılamada asıl olan tutuksuzluktur, tutuklama istisnai
bir tedbirdir!
Bilimciye, yazara, çizere, rektöre, dekana, emekli subaya, genelkurmay
başkanına, kuvvet ve birlik komutanlarına, görev başındaki subaya, dijital
verilerle, gizli tanık anlatımlarıyla, uydurma olduğu savlanan kanıtlarla ağır
cezalar verilmesini ve tutuklanmasını anlatmak, insanları ikna etmek zordur,
bugünde olan budur!
Ergenekon, Balyoz davalarının iddiasını, dayanaklarını, bu dayanakların
hukuken geçerli belge ve kanıtlar olup olmadığını, dosyayı inceleme olanağım
olmadığı için bilemiyorum; ancak basında yer alan haberlerden, köşe
yazılarından, televizyon kanallarındaki tartışmalardan, basına yansıyan sanık ve
avukat anlatımlarından genel bir bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Davalara ilişkin değerlendirmenin hukuki yönden anlaşılabilmesi için bazı
kavramları açıklamak gerekmektedir:
Birinci suç nedir, nasıl oluşur?
9
Suç, anlama ve kavrama (İsnat) yeteneğine sahip bir kişinin, kusurlu (kasti veya
taksirli) iradesiyle edimli ( icrai) veya edimsiz (ihmali) bir hareketle yaptığı,
yasada yazılı suç tipine uygun, hukuka aykırı, bir yaptırıma(ceza) bağlanmış
eylemdir(fiil).
Yani ceza, düşünceye değil, eyleme (fiile) verilebilir. Böylece davaya bakan
mahkemenin işi suça konu eylemi saptamak, eylem (fiil) ile sanık (fail)
arasındaki bağlantıyı (nedensellik) kurmak, uygulanacak yaptırırımı
(müeyyideyi) belirlemektir. Suçun varlığı için maddi ve manevi öğesinin (unsur)
bir arada bulunması yasal zorunluluktur.
Maddi unsur, tipiklik (yasal tanıma uygunluk), hareket (edimli, edimsiz
davranış), sonuç (netice) ve nedenselliktir (sonuçla hareket arasındaki bağ).
Manevi unsur, kasıt (isteyerek eylemi yapma) veya taksirdir (kusurlu davranış)
İkincisi, teşebbüs, eksik veya tam teşebbüs nedir?
Teşebbüs, bir suçun işlenmesi kararıyla harekete geçilmesi, icrai hareketin
yapılmasına rağmen failin elinde olmayan engellerle eylemin tamamlanmaması
ya da sonucun meydana gelmemesidir.
Bir örnek vermek gerekirse, öldürmek kastıyla bir kişiye ateş edildiğini
düşünelim, silah ateş almaz ya da bir engel sonucu kurşun hedefe ulaşmazsa
öldürmeye eksik teşebbüs, kurşun hedefe ulaşırda öldürücü noktaya değmez ya
yaralı kurtulur ya da kurtarılır ölüm meydana gelmezse öldürmeye tam
teşebbüsten söz edilir.
Üçüncüsü, cebir yoluyla Anayasal düzeni değiştirmeye (eski 146/yeni 309),
Cumhurbaşkanını suikastla ortadan kaldırmaya (eski 156/310), Yasama
Organının (Meclis) görev yapmasına engellemeye (eski 146/yeni 311),
Hükümeti devirmeye yönelik (eski 147/yeni 312) eylemlerde teşebbüs, tam suç
sayılmakta ve ceza verilmektedir, çünkü suçun tamamlanması durumunda
(darbe ya da ihtilalin başarılı olması ) yasama, yürütme ve yargı yetkisi el
değiştirmekte, teşebbüsten yargılanacaklar yargılayan irade konumuna
geçmektedir.
Dördüncü olarak, Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı suçların
işlenmesi sırasında başka suç işlenirse, bu suçları tanımlayan ilgili hükümlere
göre ceza verilmekte, asıl suçun içinde erimesi gereken tek tek eylemler ayrı suç
olarak kabul edilip cezalandırma yoluna gidilmektedir. Bu nedenledir ki birden
çok ağırlaştırılmış müebbede ilaveten onlarca yılı aşan hapis cezası verildiği
görülmektedir. Yeni ceza kanununa ayrı suç düzenlemesini ekleyenler, bu kadar
10
vahim bir cezalandırma çıkabileceğini düşünmüşler midir, bilemiyorum. Buna
bir çözüm bulmak gerekir.
Bilindiği gibi suç şahsidir. Bir suç bir kişi tarafından işlenebileceği gibi, birden
çok kişi tarafından da işlenebilir. Mahkeme, suç oluşturan fiil ile fail arasındaki
ilişkiyi hukuken kurarak suçu şahsileştirmek zorundadır.
Davlardaki genel suçlama, hükümeti devirmeye, düşürmeye cebren (silah
zoruyla) teşebbüs etmek olduğuna göre, aşağıdaki soruların yanıtını aramak
gerekir:
—Sanıklar, hükümeti devirmek kastıyla harekete geçmişler midir?
—Elverişli vasıtaları var mıdır ve bunu kullanmışlar mıdır?
—Suçun meydana gelmesini kim/kimler önlemiştir?
Öncelikle belirtmeliyim ki Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine karşı suç
işleyebilmek için, devletin meşru kuvvetleriyle çatışmayı göze alacak ve bu
kuvveti alt edebilecek, görev yapamaz hale getirebilecek, elverişle vasıtaya
sahip bir güç ve bu gücün organize olmuş, hiyerarşik hareket edebilen bir
örgütlülük içine olması gerekir.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin, emir ve komuta zinciri içinde, böyle bir harekete
bulunma yetenek ve gücüne sahip olduğu belirtilirse de bu yeterli değildir, tüm
kuvvetleri harekete geçirmesi, halkın desteğini arkasına alması gerekir; aksi
takdirde iç savaş çıkar! O nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki herhangi bir
kuvvet, diğer kuvveti ikna etmeden, hareket edemez duruma getirmeden, böyle
bir girişimde bulunmaz, bulunsa da başarılı olamaz!
Şimdi sormak gerekiyor, bu davalarda yargılananlar hangi silahlı güce
güvenerek darbe yapmaya teşebbüs etmişte, hangi kuvvet bunu engellemiştir?
Silahla darbe yapmaya kalkışan ancak silahla bertaraf edilebilir. Bu soruların
doyurucu yanıtı yok! Ordu içinde bir silahlı yapının harekete geçmesi halinde
ya kendiliğinden vazgeçmesi ya da kendisinden daha üstün silahlı bir gücün
engellemesiyle durur ya da durdurulur!
Bu davalarda ordu içinde harekete geçirilen bir kuvvetten ve bu kuvveti
engelleyen bir kuvvetten söz edilmiyor; anladığım kadarıyla, dijital verilere,
telefon dinlemelerine, gizli tanık anlatımına dayalı bilgilerle, iktidarı düşürmek
için konuşulduğu, örgütlenmeye çalışıldığından söz ediliyor!
Bu tür suçlarda, varsayımlarla mahkûmiyet olmaz, somut hareket gerekir.
Tanklar yürümeli, askerler sokağa çıkmalı, jetler havalanmalı ki suçun
işlenmesinin başlangıcı olsun ve başka bir kuvvet engellesin (Talat Aydemir
11
olayı gibi). Böyle bir durum var mı, yok! Harekete geçmiş bir birlikten söz
edilebiliyor mu, ben duymadım, bir yerde de okumadım. Harekete geçmeden
suça işlemeye başlanmaz, hareket olmadığına göre bir engelleme de olamaz,
dolaysıyla teşebbüsten, eksik teşebbüsten söz edilemez.
İşte hukukçuların en çok korktuğu dava, bu tür davalardır; çünkü hasmı yok
etmenin en kısa, en emin yoludur ki buna komplo davalar denir. Başka bir
saptamaya, hükümeti devirmek istediler, istemediler tartışmasını yapmaya
gerekte yoktur! Bu tür niyetler düşünce kapsamındadır, harekete geçip eyleme
dönüşmedikçe suç oluşturmaz. Hükümetin düşmesini istiyorum demekte suç
sayılamaz, bu bir niyettir, şiddet kullanmadan, demokratik barışçı yolarla
iktidardan düşmesini, hükümetten çekilmesini istemek, düşünce ve ifade
özgürlüğü çerçevesindedir suç olamaz, bu demokrasinin olmazsa olmazıdır.
Bu davalardan ve verilen kararlardan anlaşılan odur ki Türk Silahlı Kuvvetler
içindeki laik ve Kemalist unsurları temizlemek için komplolar kurulmuş,
toplumun gözünde iyi ya da kötü üne sahip kişilerle, sıradan insanlar karıştırılıp
yargılanmış, ağır cezalar yağdırılarak, yaşını başını almış, devlete, halka
hizmetten kaçınmamış birçok insan cezaevine tıkılarak ölüme itilmiştir. Bunun
vebali ağırdır ve vebal şimdilik temyiz incelemesi yapan Yargıtay’ın üstündedir.
Ülkemizin, halkımızın geleceğini tehlikeye düşürmeyecek, komploları
önleyecek, iktidarı frenleyecek, muhalefeti, halkı ikna edecek hukuki bir karar
çıkması umuduyla(!)