Ana SayfaArşivMakalelerDİNSEL GERİCİLİĞİN KAYNAĞI

DİNSEL GERİCİLİĞİN KAYNAĞI

       

Birçok aydın, hukukçu uyardı, laikliği koruyan 765 sayılı TCK’nun 163. Maddesini kaldırırsanız, ülkenin başı derde girer, dincileri tutamazsınız, eğitim ve öğretim baltalanır, bilime dayalı laik çağdaş eğitim durur, bilim ve teknikte gerileme olur, ülke batar.  

 

Devlet, toplum, aile yaşamında sınırsız bir özgürlük olabileceğini savunan bazı okumuşlar, tarihten, toplumsal yaşamdan, gerçekten kopuk bir şekilde, her türlü yasağa karşıyım diyerek TCK’nun 141,142. Maddesinin kaldırılması yanında 163 maddenin kaldırılmasını da hararetle savundular. TCK’nun 141 ve 142 maddesi sınıfsal örgütlenmeyi ve sınıfın çıkarlarını savunmayı yani düşünceyi yasaklıyordu. TCK’nun 163 maddesi ise, yapısı gereği eleştiri ve tartışma konusu yapılamayacak kutsal inançları istismar edenleri, özgürlüğün güvencesi olan laikliği dinsizlik diye ortadan kaldırmak için çalışanları, bunun için basın özgürlüğünü kullananları yasaklıyordu.

 

765 Sayılı TCK’nun 163. Maddesi, “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve  tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (…) propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse….  hapisle cezalandırılır.” hükmünü taşıyordu.

 

 Bu maddenin kaldırılmasıyla dincilik hortladı, Aczmendi tarikat şeyhi olduğunu söylenen, “laiklerin kanı helaldir” diyen Müslim Gündüz, kendini halife ilan eden Cemalettin Kaplan gibi tipler, dinci tarikat ve cemaatler ortaya çıktı. Bunlar, kendilerine sivil toplum örgütü diyen dinci medyanın,  dinci, muhafazakâr, liberal siyasi partilerin desteği, soldaki kimi çevre ve partilerin göz yummasıyla, ekonomik, sosyal, siyasal hayata karıştı, toplumu etkileyip yönlendirerek, oyların gizli ya da açık laiklik karşıtı siyasi partilere akmasına, halkın ekonomik, sosyal ve kültürel temsilci ve üyelerinden oluşan parlamentoyu (TBMM) ağırlıkla evrim teorisini dışlayan yaradılış teorisine bağımlı cemaat ve tarikat temsilcileri ve mensuplarından oluşan bir yapıya dönüştürdü.   

 

Laik düşünce ve tutuma karşı savaş açıldı, laik hukuk rafa kalktı, kutsal kitap hükümlerine göre toplumsal hayatın düzenlenmesi gerektiği örneklendirilip söylenerek dayatıldı. Kılık kıyafet düzenlemeleri baskıdır, “kadının özgürlüğü” engellenmektedir diyerek okullarda, resmi kurumlarda kaldırıldı, kamu görevi yapan yargıç, savcı, doktor, hemşire, öğretmen, jandarma, polis kadınlar başına türban geçirdi, kamuda çalışan erkekler şalvar giyip sakal bırakmaya başladı, işini yürüteceğini düşünenler ya da bunu bir moda gibi algılayanlar sakallı dolaşmayı yaygınlaştırdı. Türban takmak, çarşaf ve şalvar giymek kıyafet özgürlüğün değil bir cemaate, tarikata bağlı olmanın simgesi haline geldi.

 

Dinci iktidar mensupları, iktidara bağlı kurum ve kuruluş yöneticileri, suç işlemekten çekinmez, cezalandırılma endişesi taşımaz oldular. Anayasa’da yer alan (md.2) “Türkiye Cumhuriyeti,  demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” hükmü dillerde kaldı, öz anlamını ve geçerliliğini yitirdi.  

 

 Suç işleyen iktidar mensuplarına ve yandaşlarına karşı,  yolundan saptırılan, iktidara bağımlı kılınan yargının eli kolu bağlandı, gereğini yapmaz, yapamaz duruma geldi. En son Sözcü Gazetesi’nin yazar ve yöneticilerine verilen kararda olduğu gibi hukuk adına yanlış ve taraflı kararlar, yurttaşın canı yanıyor, adalete olan güven sarsılıyor, adalet duygusu ölüyor.   

 

Bütün bunlar, siyasi iktidarın, yandaşlarının, dayandıkları dinci kesimlerin ve bunlarla çıkar birliği içine girenlerin çağ dışı düşünce ve inançlarından doğuyor.

 

Bir yandan siyasi iktidarın uygulamalarına inanan bağımlılar var, bir yanda inanıyormuş gibi yapıp boyun eğenler, kutsal değerleri istismar eden yanardönerler, öte yanda büyük kapasiteli camiler yapan, cami açılışlarında, şehit cenazelerinde nutuk atan siyasiler, iktidarı destek için vaaz veren imamlar, okulları kursa, üniversiteleri medreseye çeviren eğitimci sanılan âdemcikler var.

 

İktidar gücünü kaybettikçe din istismarını yükseltiyor, ekonomik, sosyal ve siyasi hayata din kurallarına göre yön vermeye kalkıyor, dinsel yaşamı ve inanışı topluma dayatarak laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan korkmuyormuş gibi duruyorsa da iktidarı kaybettikleri an suç dosyalarıyla birlikte yargının önüne çıkacaklarını biliyorlar. İstanbul, Ankara yerel seçimlerinde örneği görüldüğü gibi iktidardan düşmemek için her türlü yasa dışı yolu deniyorlar.

 

Bu siyaset tarzının, dini inancın ve din istismarının örnekleri siyasi ve toplumsal tarihimizde çok görülmüştür ama bu kadar kapsamlısı olmamıştır.

 

Bu iktidardan ve dayandığı zihniyetten ülkeye yarar değil zarar geldiği açıktır. Bunlar, Osmanlı’da fetihleri görür, 400 yıl yaşanan zilleti bilmezler, her yeniliğe karşı istemezük diye ayağa kalkanları, din elden gidiyor diye ortalığı bir birine katanları, hilafet orduları kurarak Anadolu’nun işgalden kurtuluşunu boğmaya, cumhuriyetin kuruluşunu Anzavur çeteleriyle dağıtmaya kalkanları, Menemen’de Kubilay’ın başını kesenleri, Maraş’ta günahsız insanların kanını akıtanları, Sivas’ta ülkenin yüz akı yazarını, ozanını, semahçı yavrularını yakanları görmezden gelirler. .

 

İnsanlık dışı bu zihniyet Türk Ulusu’na nerden ve nasıl bulaşmıştır?

 

Bilindiği gibi Türkler, İslamiyeti kabul edene kadar yerel değerlerini Şaman kültürüyle harmanlamış, bozkıra özgü bir medeniyet yaratmıştır. “İl gider, töre kalır” sözünden de anlaşılacağı gibi töre uygarlık için çok önemlidir. Bu medeniyette, kahramanlık, yiğitlik, cesaret, saygınlık uyandıran üstün değerlerdir. Silaha önem verilir, at kutsal sayılır, kadın erkek eşitliği vardır. Fermanlara “Hatun ve Hakan buyurur ki” diye başlanır. Müzik foklör zamanına göre çok zengindir, tempolu ve çok seslidir, göçebe kültür hâkim olmakla beraber, yerleşik yaşama uyum sağlama yeteneği yüksektir.

 

Şaman geleneklerinin hüküm sürdüğü kadim zamanda “Tengiri” olarak tanımlanan Tanrı inancı vardır. Orhun yazıtlarındaki, “Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştır” der, bu tanrı inancının yazıya dökülmüş halidir.  

 

Türkler, İslamiyeti, Karahanlı Devleti (MS.840-1212) döneminde 932’de kabul eder. İslamiyeti,  önce İslam’daki özel mülkiyet düzenin ve toplumsal taleplerin kendilerine yarar sağlayacağını değerlendiren yönetici kesim ile varlıklı, itibarlı kesimi kabul eder. Satuk Buğra Han ilk Müslüman Türk Hakanıdır.       

 

 Kırsalda yaşayan halk yığınları, kendi örf ve adetlerini bozacağı,  yönetici ve varlıklı kesimlerin çıkarlarına hizmet edeceği düşüncesiyle, uzun süre İslamiyeti kabule bütün gücüyle direnir. Büyük saygı duydukları erenlerin, özgün Şaman gelenekleriyle İslam kurallarını kaynaştırması, sentezleştirmesi sonucu oluşan İslam’ın Türk yorumunu benimser, bunu Anadolu’ya ve Balkanlara taşır.  

 

Oğuzların kayı boyundan Osmanlılar, beyliklerini ilan ederken, devletlerini kurarken İslam’ın Türk yorumunu benimser. Bu durum, Anadolu’ya egemen olmak için oğuz boylarından oluşan Saffevi devleti ile çekişme, çatışma başlayınca bozulur. Çaldıranda Şah İsmail yenerek kırk bini aşkın Türkmeni kılıçtan geçirdikten, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarıyla Suriye ve Mısırı zapt ettikten sonra halifeliği İstanbul’a taşıyan Yavuz Sultan Selim, İslamın Türk yorumu yerine Emevi Arap yorumunu egemen kılmaya başlar. İslam’ın Türk yorumunu baskı altına alır, bu yorumu benimseyen Türkmenleri “İdrak-ı bi Türk= akılsız Türk) diyerek aşağılatır. İslamın Türk yorumunu benimseyenler devlet yönetimine sokulmaz, köylerine, evlerine, çadırlarına yönelik zaptiye baskısı durmaz

 

 Anadolu’yu yurt edinen Türkler, coğrafi konumları nedeniyle doğudan İslam, batıdan Hıristiyan uygarlığının arasında sıkışıp kalır. Bu iki baskın uygarlık, Türklerin kültür ve uygarlık birikimi üzerinde kalıcı ve yıkıcı etkiler oluşturur.

 

Doğudan gelen Arap akımı, İslami öğelerle birlikte içine Fars izlerini katarak ülkede köklü ve yaygın muhafazakâr bir geleneğin doğmasına yol açar. Buradaki baskın öğe, Emevilerin temsil ettiği siyasallaşmış, doğal mecrasından çıkarılarak hurafelere boğulmuş İslam geleneğidir. Müslümanlığın eşitlikçi, adil özü bir kenara atılır, ritüeller (şekilsel ibadet) öne çıkarılır.   

 

Ebu Hanife’nin, namı diğer İmam-ı A’zam’ın (MS 699-767), Sünni inancını sistemleştirip geliştirdiği kabul edilir. Ebu Hanife, İslamın siyasi baskı ve zulüm aracı olarak kullanılmasına hayatı boyunca karşı çıkmış,  yöneticilerin ve seçkinlerin haksız servet edinmelerine İslamın gerekçe olamayacağını kesin bir dille belirtmiştir. Bu düşünceleri nedeniyle büyük çileler çekmiş, Abbasiler döneminde zindanda işkenceyle öldürülmüştür.

 

9-13 yüzyıllar arasında altın çağını yaşayan İslam dinin ilimden, akılcılıktan uzaklaşarak hurafelere boğulmasının başlıca müsebbibi ünlü İslam düşünürü İmam Gazali’dir(MS 1058-1111). İmam Gazali, İhya-i Ulumu’d-Din (Din bilimlerinin İhyası) adlı eserinde, “Bu dünyanın boş olduğunu, yaşamın gayesinin ebedi saadetin bulunduğu öbür dünyaya hazırlanmakolduğunu savunur, “Aklın aciz ve güçsüz olduğunu, vahyin esas alınmasını” ileri sürer.

 

 Büyük düşünür ve bilim adamı Farabi (MS.870-950) “ İnsan için en büyük iyiliklerin bu dünyada olduğunu” belirterek, Batılıların “Avicenna” dediği İbni Sina (980-1037), “İnsan kendi eylemlerinden sorumludur, doğayı anlamak ve incelemek Tanrısal bir zorunluluktur” diyerek İslamı bilimle buluştururlar.

 

Büyük bir felsefi derinliğe sahip rubailerin yanısıra astronomi ve matematik alanında benzersiz çalışmalarıyla ünlü Ömer Hayyam’la (1048-1131) çağdaş olan İmam Gazali’nin İslam dünyasının geleceği üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltmak, inancın yanına bilimi de koymak maksadıyla Endülüslü İbni Becce,ile birlikte Gazali’yi metodolojik olarak eleştirirler, Tanrı ve doğanın ancak ilim, fen ve felsefeyle anlaşılabileceğini savunurlar. Sufi inanış ve düşünce kalıplarıyla bu kavramların açıklanamayacağını belirtirler, İmam Gazali’nin hem kendisini hem de başkalarını aldattığını ileri sürerler. 

 

Batılıların “Averroes” adıyla ve Aristo’nun iz bırakan bir yorumcusu olarak kabul ettiği İbni Rüşd, Tehafüt et-Tehafüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eseriyle, Gazali’nin fikirlerini çürütür, “doğayı kavramanın ve denetime almanın vazgeçilmez koşulunun akla öncelik vermek olduğunu savunur.  

 

Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) zamanında, bu sorunun çözümü için ulemanın (din adamlarının) bir araya gelmesiyle bir değerlendirme toplantısı yapılır. Bu toplantıda, “Vahiyn akıldan üstün olduğu, felsefe ve mantık yürütmenin her koşulda dine küfür sayılacağı” karara bağlanır.*  

 

Böylece bu gericiliğin bütün kaynağının İslam’ın Emevi Arap yorumundan kaynaklandığı, dinin siyasallaştırıldığı, özünden saptırılarak şekle indirgendiği, adaletli olma, eşit davranma, kamu malını, doğayı,  yoksulları ve hakkı koruma ilkelerinin, İslamın beş şartı denilen şekle dönüştürüldüğü, eline diline beline sahip olmayı öğütleyen, üretimci, eşitlikçi, kadını yücelten Türk’ün göçebe kır inancı,  kadını aşağılayan, köleci Arap’ın çöl inancına feda edildiği ve bunun ülkeye ve topluma karşı kullanıldığı yadsınamaz gerçekliktir.    

 

Bu akıl dışı, bilim karşıtı, baskıcı zihniyetten ve uygulamalarından kurtulmanın yolu akla dayanan, bilimi esas alan, özgür düşünceyi ve inancı koruyan, demokratik, laik, sosyal hukuk düzenidir. Çağımızda bunları yapabilecek yeteneğe ve güce sahip bulunan tek güç, kapitalizme ve emperyalizme karşı olan emek iktidarıdır. 25.12.2019

 

*Türkiye İçin Jeopolitik Rota, Soner Polat,                Av. Mehdi BEKTAŞ   

 Kaynak Yay. 8.bas. Ekim 2019 shf.141-149)

 Yararlanılmıştır