CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILI BİTERKEN
29 Ekim 2023 tarihinde cumhuriyetin yüzünü yılını bitirip ikinci yüzyılına gireceğiz. İkinci yüz yıla girerken cumhuriyetin sağcı, dinci, liberal iktidarlar eliyle başta laiklik olmak üzere ilkelerinin, değerlerinin, özünün yok edilerek biçimsel kutlamalarla yalnızca adının sürdürüldüğünü, arada bazı olumlu dönemler olsa da cumhuriyet kuşağı, 1950’den bu yana bu gerçeği yaşayarak öğrenmiş olmalı.
1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra dinci ve ayrılıkçı karşı çıkışlar olsa da devrimci cumhuriyet önlemlerini almış, halk düşmanı cumhuriyet karşıtlarını sindirmiş, tepelemiş, ardı ardına Türk devrimini ve ilkelerini yaşama geçirmiştir.
3 Mart 1924’te halifelik kaldırılmış, ikili eğitime son verilerek, yurttaşların laik ve bilimsel eğitimden eşit biçimde yararlanmasını sağlayan Öğrenim Birliği Yasası’nı (tevhid-i tedrisat) çıkarmış, ulusçuluğu temel alan 1924 Anayasasını yürürlüğe koymuş, 1925’te tarikat ve cemaatlerin yuvalandığı tekkeler, zaviye ve türbeleri kapatarak, Miladi takvim, 1926’da Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, 1928’de Latin harfleriyle oluşturulan Türk ABC’sini kabul ederek, okuma yazma seferberliği başlatılmış, 1930’da Kadınların Belediye Seçimlerine katılmalarını sağlayarak, 1932’de Kur’an’ı Türkçeye çevirterek, ezanı Türkçe okutarak, Anayasa’dan “Devletin Dini İslam’dır” ifadesini çıkartarak, 1934’te “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanımefendi, Hazretler” gibi lakap ve unvanların kullanılması, “din ve mezhep mensuplarının mabetler dışında ruhani giysi giymelerini” yasaklayarak, kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyarak, Şeri yasa ve kurallara son vererek, yurttaşlık temelinde kadın ve erkek eşitliğini düzenleyerek, devletin tüm dinlere ve mezheplere ve dünya görüşlerine eşit uzaklıkta olması, dinin inancın yurttaşın özgür iradesine bırakılmasını hedefleyerek, 1937’de Türk devrimin ilkelerini (Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Milliyetçilik (ulusalcılık), Devletçilik, İnkılapçılık (devrimcilik)” olarak Anayasa’ya yazarak, 1961 Anayasının 153 ve 1982 Anayasasının 174 maddeleri ile “Devrim (İnkılap) kanunlarını” korumaya alarak, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini oluşturarak, çağdaş devlet ve toplum olmanın koşullarını yaratmıştır.
Devrim kanunlarına uymamak, korumamak, “Anayasayı İhlal” suçunu oluşturur; bu suçu işleyenler hem cezai, hem hukuki, hem idari, hem siyasi hem de sosyal yaptırımlarla karşılaşırlar.
1950’de liberal olduğu söylenen, toprak ağalarına, bezirgânlara, din tüccarlarına, cumhuriyet karşıtlarına dayan Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, emperyalizmin uşağı yobaz taifesi Türk devrimine karşı sinsi ve gizli bir mücadeleye başlar. Başlarda “Cumhuriyetin kahredici yumruğunu yememek” için mücadeleyi açıktan yürütemezler, liberal, dinci, gerici siyasi partilerin kuruluşu ile birlikte harekete geçerler; cemaat ve tarikatları dirilterek, ekonomik ve siyasi destek verdikleri partilere güvenerek, mabetleri (camileri) kullanarak dokunulmazlık zırhına bürünürler; 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin açtığı yoldan yürüyerek ve beslenerek büyürler, devlet organlarına girerek, kadrolaşarak önce iktidar ortağı ve sonunda iktidar olurlar; cumhuriyet karşıtı sinsi emellerini hükümetlerin desteği ile hayata geçirirler. Türk halkının laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti içinde yaşamasını engellerler, bunu da “din ve vicdan özgürlüğü” kisvesi altında yaparlar.
Bu ortamın oluşumunda asıl sorumlu, başta emperyalizm ve işbirlikçileri olmak üzere cumhuriyet ve değerlerini korumakla yükümlü tarikat ve cemaat temsilcilerinin çoğunluğu oluşturduğu TBMM, dinci liberal iktidarların kurduğu Hükümetler, ağırlıkla liberal, dinci, ırkçı iktidarların kadrolarına hukukçu olarak yerleştirdiği Yargı, devlete, orduya ve emniyette yerleşmiş cumhuriyet karşıtı ve iktidar yandaşları; başta CHP olmak üzere solcu, halkçı, sosyalist parti ve hareketler, cumhuriyeti koruma sorumluluğunun gereğini yapmayan sendikalar, vakıflar, meslek kuruluşları, dernekler, yurttaşlar, tabi ki sorumsuz basın ve duyarsızlaşmış halk kitlelerdir.
Herkes birbirine kızıyor, elleştiriyor, ama “biz ne yaptık” diye kendine soran yok, kendisinden olmayanı suçlayarak sorumluluktan kurtulacağını sanan saflar ve mücadele kaçkınları var.
Geçmişini bilmeden gelecek için mücadele etmek zordur. Cumhuriyeti kuranlar, Osmanlının düştüğü yanlışlardan ders çıkararak, hem doğuya hem batıya açılan Türkiye’de, devlettin öncülüğünde, sanayileşme ve ticaretin milli burjuvazi tarafından yürütülmesini temel koşul olarak görürler.
Konuyu daha iyi anlamak ve kavramak için, Saliha Akan’ın yazdığı, 2021 yılında Su Yayınları’ndan çıkan “Güneş Batıdan Doğarken Doğu” adlı kitaptan bazı alıntılar almak yararlı olacaktır(**):
“15 yüzyılda Atlantik yoluyla yeni coğrafyalar keşfeden ve keşifler içinde en önemlisi sayılabilecek Eski Dünya’nın üretim ve ticaret merkezlerine ayak basan Batı Avrupalılar, bu süreçte gerçekleştirdikleri geniş ticaret hacmiyle büyük sermaye birikimleri elde edip fon olarak kullandıkları endüstriyel teknik icatlarla devrimsel bir sıçrama yaparken, makinalı seri üretimin sağladığı yüksek miktar ve düşük maliyetli ürünlerle dünya pazarında rakipsiz hale gelen Batı Avrupalıların, hem kendi içlerinde hem de diğer dünya devletleriyle yaşamaya başladıkları ve askeri gücün de eşlik ettiği ticaret savaşlarının bir dünya savaşına evirilmesi beklenen ve kaçınılmaz bir sonuçtu. 20. yüzyılın başında rekabet çatışmasındaki hararetin artarak bir kıvılcımı beklediği noktada savaşın (1.Dünya Savaşı) patlak vermesi ile geniş bir coğrafyayı etkisi altına alan büyük savaşın açtığı insani ve iktisadi yıkımın altında sadece Osmanlı İmparatorluğu kalmayıp, savaşan tarafların her biri kendi açısından bir dönüm noktası oluşturacak kadar büyük kayıplarla karşı karşıya kalıyordu. Ancak kuşkusuz insani ve mali kayıpların yanı sıra imparatorluk merkez coğrafyası (Anadolu. mb) dışındaki bütün topraklarını kaybederek daha küçük bir coğrafi yüzölçümüyle (İç Anadolu. mb) sınırlı kalan ve siyasi varlığı yeni bir devlet (Türkiye Cumhuriyeti. mb) oluşumuyla yer değiştiren Osmanlı Devleti, bu durumda en fazla kaybı yaşıyordu.
Uzun savaş sürecinde gerek insan gerek yük hayvanlarından oluşan büyük işgücü ve sermaye kaybı gerek tarımsal arazilerin zarar görmesi, ayrıca imalathaneler ve üretim araçlarının yok olmasından dolayı çok ciddi iktisadi kayıplarla karşı karşıya kalan Türkiye devletini-ki 1914 seviyesine göre sadece tarımsal üretimin %50’den fazla gerilediği tespit ediliyordu-, böyle bir kayıplar tablosu içerisinde çok zor bir yeniden yapılanma dönemi bekliyordu. Olağanüstü çabalar gösterilmesi gereken bu dönemde yine de bütün olumsuzluklar ve karamsarlıklar içinde Türkiye’nin bağımsız iktisadi yapılanması için önemli bir fırsat, belki de bir şans olarak görülebilecek olan durum, savaştan insani ve iktisadi olarak büyük tahribat yaşamış olan Avrupa devletlerinin serbestleşme politikalarını terk ederek kendilerini onarmak üzere içe dönmüş olmalarıydı. Ayrıca henüz savaşın açtığı yaraları onarma fırsatını bulamamışken, 1929 Dünya İktisadi Bunalımı olarak adlandırılan iktisadi koşullardan bir kez daha darbe almaları olacaktı.
Osmanlı Devleti’nin mali ve iktisadi bakımdan Batı Avrupa sermayedarlarına bağımlılık geliştirmesinin ne şekilde sorunlara yol açarak Osmanlı’yı siyasal bağımsızlığını kaybetme noktasına taşıdığını iyi gözlemleyen ve bunun farkında olan Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki yeni cumhuriyet rejimi yönetici kadrosunu oluşturan eski dönemin subay, bürokrat ve düşün insanları, bundan sonraki süreçte milli iktisat politikalarını ülkeye kazandırmayı mutlak bir ihtiyaç olarak görüyorlardı.
……………………
Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin kabul ettiği milli iktisat politikası, esasında Osmanlı’da 1908 Devrimi’ne önderlik etmiş olan Jön Türk hareketinin bir kanadı tarafından da daha önce benimsenip uygulamaya konmak istenen ve Batı Avrupalıların istediği sadece ticaret ve tarımsal kalkınmaya dayalı açık ekonomik modelini terk ederek, aynı zamanda yerli imalat sektörünü de koruyup güçlendirecek ve kendine yeter hale getirecek sanayileşmeyi de kapsayan bir kalkınma stratejisiydi. Ancak Osmanlı’nın Batı Avrupa devletleriyle önceden imzaladığı anlaşmalarla serbest ticarete açılması ve yabancı şirketler ile yabancı uyrukluları yasalarına uyma zorunluluğu dışında bırakan kapitülasyon rejimine bağlanmış olması, savaşa kadar bu politikanın uygulanmasına imkân vermeyerek tartışma düzeyinde bıraktı. Savaşla birlikte (I.D.S) ancak İttihat ve Terakki hükümeti, imparatorluğun mevcut dış ticaret ilişkisini tek taraflı tanımlayarak kapitülasyonları kaldırıp yabancı şirket ve şahısları Osmanlı yasalarına tabi kıldı.
……………………………
Savaş koşullarında dış ticaretin kesintiye uğraması içeride çok ciddi bir kıtlık ortamı oluşturmaya başlayınca, bunu da milli burjuvazinin gelişmesi için bir fırsat olarak kullanan Jön Türk hükümeti, zor bulunan malların ithali ve dağıtımı için Müslümanlar arasından görevlendirme yaparak bunlar üzerinden tekeller oluşturdu. Yerli sanayinin teşvik ve desteklenmesi doğrultusunda çıkarılan yasalarla birlikte savaş koşulları değerlendirilerek, milli iktisat politikasını harekete geçirerek itici bir güç ortaya çıkarıyordu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile ittifak halinde girdiği savaşın yenilgiyle sonuçlanması, Jön Türk hükümetinin iktisadi ve siyasi bağımsızlığı üzerinde ağır bir yük ve ayak bağı olarak bulunan dış ticaret rejiminden ve dış borçlardan kurtulma çabasını kesintiye uğratırken, bu hedefi gerçekleştirmek, bundan sonrasında Osmanlı Devleti’nin yerini alan Yeni Türkiye Devleti yöneticilerinin sorumluluğunda kalıyordu.
- Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı merkez coğrafyasının (Anadolu. mb) yabancı işgal güçlerinden temizlenmesi için Mustafa Kemal Paşa önderliğinde örgütlenen bağımsızlık mücadelesi, 1923’de yeni bir devlet oluşumuyla sonuçlanırken, daha önce Jön Türk hareketinin de benimsemiş olduğu bir ülkenin iktisadi ve siyasi bağımsızlığı için mutlak olarak milli ekonominin gerçekleştirilmesi gerektiği yaklaşımı ile arasında güçlü düşünsel bağlar bulunan yeni cumhuriyet rejimi yönetici kadrosunun da ilk hedefi, yeni kurulan devlette milli ekonomik sistem kurmak olacaktı. Yeni devlette sanayileşme hareketleri ve ticaretlerin milli burjuva tarafından yürütülmesi temel bir koşul olarak görülürken, gerek iç pazar faaliyetlerin artırılması ve gerek Pazar bütünlüğünün sağlanması gerekse iç güvenliği korumaya yönelik olarak ilk aşamada mevcut demiryolu şirketlerin millileştirilmesi ve yeni demir yollarının yapılması iktisadi ve ticari bütünlüğü sağlama yönünde atılması gereken ilk adımlar olarak planlanıyordu.
Cumhuriyet rejiminde öncelikli hedef milli ekonomi unsurlarıyla yeni düzeni yapılandırmaktı ancak bunu gerçekleştirmek için Osmanlı’dan yeni devlete miras kalan bazı engellerin de ortadan kaldırılması gerekiyordu ki 1922-1923 Aralığında müzakere edilen ve sonuca bağlanan Lozan anlaşması, bir koşulun neden olduğu gecikme dışında genel olarak buna imkân vermekteydi.
Osmanlı döneminde yabancı girişimcilere özel imtiyazlar sağlayan kapitülasyonların ortadan kaldırılması, yabancıların elinde bulunan özellikle demiryollarıyla ilgili bazı şirketlerin aşamalı olarak millileştirilmesi, Osmanlı’ya ait dış borçların yeni koşullara göre yeniden düzenlenip imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkan yeni devletlerarasında pay edilmesi- ki borcun %67 Türkiye Devleti’nde kalıyordu-19 yüzyıl boyunca belli aralıklarla yenilenen serbest ticaret anlaşmasına son verilmesi hükümetin hedefindeki milli iktisat politikası için yolu büyük ölçüde açıyordu. Ancak düşük gümrük tarife oranları ve kota sınırlamasına dayanan gümrük rejiminin 1929’a kadar yürürlükte kalması koşulu, cumhuriyet hükümetinin kendi ticaret politikalarını oluşturmak için serbest kalmasında sıkıntı yaratacaktı.
Eski gümrük rejiminin 1929’a kadar yürürlükte kalması nedeniyle dışa açık ekonomi koşullarına maruz kalmak, milli iktisat politikasının gerekleriyle çelişiyor ve çeşitli zorluklar yaratıyor olsa bile yine de yeni iktisadi yapılanmasının adımları atılıyordu. 1946’ya kadar Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun sorumlu olduğu iktisat kalkınma dönemi, 1929 yılına kadar dış rekabete açık olmanın getirdiği zorluklarla başlarken, henüz böyle bir engelden kurtulmanın dönemecinde patlak veren ve dünya ekonomisini etkisine alan 1929 Büyük İktisadi Bunalımı’nın ortaya çıkardığı olağanüstü koşulların da ortasında kalıyordu Türkiye Devleti.
Büyük Savaş’ın yıkımları henüz ortadan kalkmamışken, Büyük Bunalım’ın dünya ekonomisinde yarattığı başka bir yıkımla birleşmesi, ardından ufukta beliren yeni bir dünya savaşı, her ne kadar Türkiye, bu savaşa doğrudan katılmamış olsa da ancak savaşa hazır olma gerekliliğiyle büyük bir ordunun seferberlikle hazır tutulmasının getirdiği ağır maliyet ve savaş koşullarında bazı hammadde, ara mal ithalatının (dışalım. mb) aksaması ile üretimin önemli ölçüde düşmesinden dolayı kıtlık oluşması gibi faktörler, yeni Türkiye Devleti’nin güçlü bir milli iktisat politikası gerçekleştirmesinin önünde dev dalgalar olarak, yeni devletin yöneticilerini sıra dışı güçlüklerle dolu bir ortamda ülkeyi ayağa kaldırma ve güçlendirme mücadelesinin zorluğu içinde bırakıyordu. Ancak Osmanlı’nın milli ekonomi aleyhine bir takım ödünlerle tamamen dış ticarete açılması sonunda ekonomik ve siyasi bağımsızlığını kaybettiğinin bilincinde olan yeni cumhuriyet rejiminin kurucu ve yönetici kadrosu, gerek ülkesel gerek dünya düzleminde karşı karşıya kaldıkları bütün zorluklara rağmen, her ne olursa olsun ekonomik bağımsızlığı sağlamanın kararlılığı içindeydiler.” (* Sf.107-111)
“…Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ani şoklar yılı olan 1929’da Lozan Anlaşması’na göre eski gümrük rejiminin sona erecek olması ve gümrük tarife oranlarının yükseltileceği beklentisi ile ithalatçıların yüksek miktarda dış alım yapması, tarım ürünleri fiyatlarında düşüşün ihracat giderlerine olumsuz yansıması ve Osmanlı döneminden kalan borcun ilk taksitinin ödeme zamanının gelmesi gibi çoklu faktörler bir arada ciddi döviz bunalımını ortaya çıkarıyordu. Bu durum tarımsal ekonomi ve ticaret alanlarında yaşanan bunalımın etkisiyle birleşince, cumhuriyetin ilk dönem hükümet politikasında önemli bir değişikliğe giderek, bundan sonraki süreçte daha korumacı ve müdahaleci olarak dış ticaret ve kambiyo alanını daha fazla denetleme kararını alıyordu. Milli iktisat politikası çerçevesinde daha katı prensipler dönemine geçiliyordu.
İthal (dışalım. mb) gıda maddeleri ve tüketime yönelik diğer mamul mallara uygulanan gümrük tarife oranları yükseltilirken, tarım ve sanayi makineleri ve yedek parçaları ile ülke içinden karşılanamayan bazı sanayi hammaddelerinde gümrük tarife oranları düşük tutuldu. Gümrük tarife oranları ortalama olarak %13’den %46’ya yükseltilmiş oluyordu ki bu uygulamalar sonunda ithalat (dışsatım), ihracatın (dışalım) karşısında belirgin bir düşüş göstererek II. Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan dış ticaret fazlası dönemi gerçekleştiriliyordu. Ancak ihracat (dışsatım) miktarı artış göstermemesine rağmen çoğunluğunu tarım ürünlerinin oluşturduğu ihracat (dışsatım. mb) fiyatlarının düşük seyretmesi nedeniyle, bunun milli gelire katkısı istenilen düzeyde olmadı.
1929’da ortaya çıkan ödemeler dengesi bunalımı ve ticaret açıklarının hükümette Osmanlı hafızasından gelen harekete geçirmesi, bundan sonrasında dış ticareti giderek artan biçimde ikili anlaşmalar çerçevesinde devam ettirmeye yönlendirdi. Zaten gerek I. Dünya Savaşı gerekse 1929 İktisadi Bunalımı’nın etkileriyle içe dönen ancak dış ticaretin gerekliliğiyle 1930’larda yeniden açılmaya başlayan dünya ülkeleri de, bu sırada ikili ticaret anlaşmalarına yaygın eğilim gösteriyordu.
1930’ların sonlarına gelindiğinde, Türkiye dış ticaretinin %80’i ticaret ilişkisi geliştirilen ülkelere karşılıklı kota müzakeresinde belirlenen miktar çerçevesinde temkinli bir politika yürütülüyordu. Güney doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte Türk ürünlerine de iyi fiyatlandırma yapan Almanya ile ticaret bu dönemde iyi bir seviyeye ulaşıyordu. Almanya’nın Türkiye ihracatındaki payı 1931-1933’te %13 iken 1937-1939 arasında bu oran yaklaşık %40’a kadar yükseldiği görülmekteydi.
………………………….
Osmanlı döneminde geliştirilen dış borçların ekonomik ve siyasi bağımsızlığı kaybettiren tercümelerinden ders alan Cumhuriyet yönetimi, yabancı sermaye ile ilişkilerde çok dikkatli ve temkinli davranıyor olsa da, ancak diğer yandan ülkenin iktisadi kalkınma sürecinde ihtiyaç duyulan sanayi projeleri için zorunlu olarak yabancı sermaye ve teknik uzmanlık arayışı içindeydi. Fakat 1929 Dünya İktisat Bunalımı’nın dünyayı etkisi altına alan olumsuz koşullarından dolayı 1930’larda ülkeye yabancı sermaye girişi oldukça düşük kalıyor ve hükümet bu süreçte I. Beş Yıllık Kalkınma Planı için Sovyetler Birliği’nden ve 1938’de yapımına başlanan demir çelik tesisi için de İngiltere’den finansman sağlamakla sınırlı kalıyordu.
…………………..
İktisadi kalkınma planı çerçevesinde sanayi alanında faaliyet gösteren dokuma farikaları, un fabrikaları, cam imalathaneleri, tuğla ve çeşitli inşaat malzemeleri üretimi yapan fabrikalar, tabakhaneler (dericiler. mb) ve diğer küçük imalathaneler ise 1929’dan itibaren gümrük duvarlarının yükseltilmesiyle uygulamaya konulan korumacı politika ile dış rekabetten kurtulmuş olsalar da, ancak ülkesel olarak sınırlı ölçekte kalan bu girişimlerin gösterdiği performans, Dünya İktisat Bunalımı’nın ortaya çıkardığı ekonomik ve dolaysıyla siyasi sorunları çözmeye yeterli değildi. Dünyada olumsuz seyreden pazar koşulları iç ekonomiyi de kötü etkilemeye devam ederken, bu konuda hükümetin kalkınma stratejisindeki yeni dönemeç, devletçilik politikasına geçmek oldu.
Kent ekonomisine yönelik yatırım girişimlerinde devletin önderlik ettiği devletçilik politikası çerçevesinde ilk Beş Yıllık Kalkınma Planı devletçilik prensibiyle sanayi kalkınma tecrübesine sahip olan Sovyetler Birliği’nden gelen danışmanların yardımıyla hazırlanıp 1934’te yürürlüğe giriyordu. 1938’de başlatılan İkinci Beş Yıllık planın uygulanmasına ise II. Dünya Savaşı nedeniyle ara verme zorunluluğu doğuyor olsa da, 1930’lu yılların sonunda devlet iktisadi teşekküllerinin demir-çelik, dokuma, cam sanayii, şeker, çimento, elektrik-su-havagazı gibi kamu tüketim hizmetleri ve madencilik gibi önemli sektörlerde önder üreticiler konumuna geldikleri görülüyordu. Özel sermaye kapasitesinin çok düşük kaldığı koşullarda gerçekleşmesi mümkün olmayan türden girişimler, yeni iktisadi kalkınma hedefleri doğrultusunda devlet teşekkülleri tarafından büyük adımlar halinde atılıyordu.
…………………………
Özel girişimlerin de yer aldığı kontrollü ve denetimli karma ekonomi modelinde kalkınmanın benimsendiği Cumhuriyet Türkiye’sinde, 1920’li yıllarda bu yönde atılan adımların içeride yerli sermaye yetersizliği nedeniyle, dışarıda ise I. Dünya Savaşı’nın gerekse ardından 1929 Dünya İktisadi Bunalımı’nın yarattığı ekonomik daralmada dış finansman bulma güçlüğünden dolayı hedefe ulaşmakta zorlanması, ayrıca 1929’da gümrük vergilerinin yükseleceği beklentisiyle özel girişimcilerin kontrolsüz ithalatla (dışalım) döviz bunalımında pay sahibi olmaları, Cumhuriyet yönetimini 1930’larda yeni bir kalkınma modeli anlayışına yöneltirken, bu dönüşüm içeride ve dışarıda belli bir kesim tarafından hoş karşılanmayarak hatta oldukça tedirginlik yaratarak ileride siyasi bir fatura hazırlayacak olan bir dönemi başlatıyordu. (Sf.114-117)
…………………………………..
“Özellikle 1930’lu yıllarda devletçilik politikasının büyük pay sahibi olduğu sanayi alt yapı kurulumlarıyla ilk ciddi girişimler gerçekleşiyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Cumhuriyet Türkiye’sinde de ülke ekonomisinde toplam gelirin yarıya yakınını gerçekleştiren ve toplam işgücünün dörtte üçünden fazlasında istihdam payı olan tarımsal ekonomide, I.Dünya Savaşı ve ardından yaşanan Kurtuluş Savaşı sırasında tarım arazilerinin zarar görmesi, insan ve hayvan işgücü kaybı gibi nedenlerle ilk yıllarda istenen düzeyde üretimin gerçekleşmemesi, sonrasında ise belirli ölçüde toparlanmanın ardından bu kez 1929 Dünya İktisat Bunalımı yıllarında tarımsal ürünlerde ani fiyat düşüşlerinin ihracat (dışsatım. mb) payı en yüksek olan tarımsal ürünlerden elde edilen geliri olumsuz etkilemesi gibi nedenlerle bunun sanayi kalkınma sürecine katkı payı da düşük kalıyordu. Ayrıca bu durumun köylü ekonomisi ve sosyolojisinde ortaya çıkardığı olumsuzluklar da yaşanmaya başlıyordu.
Hükümet, tarımsal ekonomide özellikle küçük ve orta ölçekli köylüyü korumak ve desteklemek için 1932’den itibaren öncelikli olarak buğday ve tütün alımlarında doğrudan ve dolaylı fiyat destekleme programları oluşturarak, önce Ziraat Bankası sonrasında kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığıyla köylüden alımları başlatıp çiftçiyi ayakta tutmaya çalışıyordu.
……………………………..
Cumhuriyet’in iktisadi kalkınma politikasının sanayileşmeyle ilgi kısmında devletçilikten dolayı özel sektörle gerilim yaşayan hükümetin tarımsal ekonomi ile ilgili planlamada ise küçük ve orta ölçekli köylünün durumunu iyileştirmeye yönelik tutumu nedeniyle burada da büyük toprak sahipleriyle arası açılıyordu. Giderek geniş bir muhalefet tabanını kazanmaya başlayan bu aktörler, ilerleyen zamanda II. Dünya Savaşı’nın ülkeyi içine sürüklediği zor koşullardan kötü etkilenen geniş bir kitlenin de desteğini alarak yeni bir siyasal oluşuma zemin bulacaklardı.
…………………..
Orduyu savaşa hazır tutmak üzere 1 milyonu aşkın asker seferberlik altına alınırken, hem tarımsal hem de sanayi alanında işgücü azalmasının üretime olumsuz yansımaları olduğu gibi, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere iç kaynakların yetersizliği ve savaş koşullarından dolayı ithalatta (dışalım. mb) yaşanan zorlukların dışarıdan takviye imkânlarını da azaltması, ülkeyi bu bakımdan da büyük güçlükler içinde bırakıyordu….. 1939 ila 1945 arasında buğday üretiminin %50 civarında azalması bu durumu iyi anlatan bir örnekti. Tahıl ürünlerinde yaşanan ciddi oranda azalmaya tepki olarak gıda maddesi fiyatlarının aşı derecede yükselmesi ve piyasada oluşan kıtlık, kentlerin gıda ihtiyacının karşılanmasını hükümetin en önemli sorunları arasına katıyordu…. Savaş koşullarında üretimin azalması etkili olduğu kadar ancak gıda sorununun dramatik bir seviyeye taşınmasında, stokçuluk ve spekülatif fiyatlar üzerinden büyük kar peşinde koşan büyük toprak işletmesi sahipleri, imalatçılar ve tüccarların payı da çok yüksekti. Bu yüzden İkinci Beş Yıllık Kalkınma planına zorunlu olarak ara veren hükümet, bu süreçte bir yandan savaş nedeniyle oluşan kıtlık yokluk koşullarına çözüm geliştirmeye çalışırken, diğer yandan da bu ortamdan beslenen vurguncularla uğraşmaya başlıyordu. Ancak piyasada kontrol ve denetim mekanizmasının işlemesini zorlaştıran rüşvet cazibesinden dolayı hükümetin işi kolay değildi.” (Sf. 123-127)
“…Hükümet, üretim düşüşünden dolayı zaten zorluklar yaşamakta olan tarım kesimini kentlerin ve ordunun gıda ihtiyacını karşılamak üzere ayni vergilendirme ve piyasa fiyatının altında mal teslim etmek ekstra zorunluluklar içinde de bırakınca, gerek tarımsal üreticiler ve gerekse tüccarlar, hile, rüşvet ve vergi kaçırma yoluyla bu yükten kurtulmaya çalışıyorlardı… İmalat sektörü ise 1939 ila 1945 arasında %35’lik bir düşüş göstererek, burada da sonuç tarımsal kesimden farklı olmuyor ve mahsul mallarda karaborsacılık patlıyordu. Kıtlık ortamında stokçuluk ve spekülatif fiyatlar üzerinden vurgunculuğun çapı, tarımsal ürünler ve mamul mallarla birlikte oldukça genişlerken, rüşvet mekanizmasının çalışmasıyla birlikte mücadelenin çok zorlaştığı bir ortamda, hükümetin hareket alanı oldukça daralıyordu. Üretimdeki düşüşlerden dolayı zaten gelir kaybı yaşanırken, seferberlik halinin ağır maliyeti nedeniyle de mali güçlükler içinde kalan hükümetin, olağanüstü seviyede seyreden harcamaları mevcut gelirleriyle karşılaması söz konusu olmayınca, bütçe açıklarını kapatmak için tercih edilen para basma yönteminin enflasyonu yükseltmesi ve bunun kent hayatını biraz daha pahalı hale getirmesi, hükmet için bu sarmaldan çıkışı daha çetrefilli bir hale sokuyordu. ….. Burada haksız kazançları önleme yolları geliştirilmek istenirken, yerine göre bu kazançlara el koymakta da düşünülüyordu. Bu durum esasında Türkiye’ye mahsus olmayıp, batı ülkeleri de dahil olmak üzere savaş halinde olağan hale gelmiş olan bir işleyişti. Birçok ülkede servet vergisi adı altında uygulanan vergiler bir yöntem olmaktadır…. 1942 yılında Türkiye hükümeti de, hem vergi gelirlerinde yaşadığı ciddi sıkıntıya bir çözüm yolu olarak hem de stokçu ve vurgunculara adeta bir ceza uygulaması halinde kent merkezindeki tüccar ve sanayicilerden bir kereye mahsus olmak üzere bir refah vergisi olan Varlık Vergisi’ni yürürlüğe koyuyordu fakat o yıllarda ülke ekonomisinin yaklaşık %70’ine karşılık gelen İstanbul iş dünyasında faaliyet gösterenlerin çoğunluğunun Gayrimüslim vatandaşlar olması nedeniyle, bu kentten toplanan verginin %65’ini ödeyenler Gayrimüslimler olur…. Mevzuatta adil gibi görünen vergi uygulamasına ancak işleme girdikten itibaren dürüst ve ahlaklı bürokrat ve politik kişilerin yanı sıra mevcut olan zayıf ahlaklı kişiler tarafından farklı bir yön kazandırılırken, vergi işlemleri pazarlığa tabi oluyordu. Pazarlığın seyrine göre keyfi bir işleyiş kazanan tahsilat sürecinde kimilerinin vergi yükü hafiflerken, kimileri ise yükümlülüklerini yerine getiremedikleri için Aşkale Çalışma Kamplarında bulabiliyorlardı kendilerini……. Vergi uygulaması ile İstanbul zenginlerinden hazineye sağlanan gelir ise 130 milyon lirayı buluyordu.
…
Cumhuriyetin erken döneminde gerek köylü ekonomisini güçlendirmeye yönelik kalkınma politikasından rahatsızlık duyan büyük toprak sahipleri gerekse 30’lu yıllarda sanayi kalkınmada yürütülen devletçilik politikasından huzursuzluk duyan özel sektör girişimcileri, hükümete tepkisellik içinde farklı siyasal seçenekler arayışı içinde beklerken, II. Dünya Savaşı sürecinde yaşanan zorluklardan dolayı hükümete hoşnutsuzluk geliştiren büyük bir kitle, bu toplumsal güç odaklarının farklı bir siyasal hareket için ihtiyaç duydukları tabanı da hazırlamış oluyordu. Dünya İktisat Bunalımı’yla karşılaştırıldığında toplum üzerinde daha fazla değişim gücüne sahip olan II. Dünya Savaşı yılları, Türkiye Devleti’nde tek partili rejim sisteminin terk edilerek çok partili sisteme geçişini sağlıyor, 1950’de ilk açık seçim sisteminde yapılan oylamada Cumhuriyet’in ilk partisi ve aynı zamanda hükümet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, yeni kurulan Demokrat Parti’si karşısında tepki oylarıyla kaybediyor ve Cumhuriyet Türkiye’si için yeni bir siyasal dönem başlıyordu.
II Dünya Savaşı yıllarının getirdiği olumsuz ekonomik koşullarda gelir yetersizliği içine düşen Cumhuriyet yönetiminin, hem maddi hem de manevi anlamda halktan beklediği büyük fedakârlık, kırsal alanda nüfusun büyük bir kısmını oluşturan yoksul köylü kesiminin, kentlerde ise maaşla çalışan işçi ve memur kesiminin üzerine bir yük olarak biniyor ve kırsalda ağır vergilerden ve kentlere erzak sağlamaktan bunalan köylüler, hükümetle açılan mesafesini jandarma ve vergi memurlarına nefret ve korku olarak yansıtırken, sonrasında hükümetin köylüyü yeniden kazanmak üzere köylüye 50 dönüm toprak dağıtma tasarısının parlamentodan geçirilmesi de köylü ile siyasi yönetim arasında yıpranan ilişkileri onarmaya yetmiyordu. Üstelik toprak reformu tasarısı, aralarında büyük toprak sahibi olan ya da toprak sahipleriyle yakın ilişki içindeki bazı meclis üyeleri tarafından büyük bir hiddetle karşılanarak, bunun öncesinde uygulanmakta olan köylüyü destekleme politikasından dolayı zaten hükümetle zayıflayan bağları iyice kopma noktasına taşıyordu.
Sanayileşmede devletçilik politikasından dolayı iktidara sürekli bir tedirginlik mesafesinde kalan Müslüman burjuvazi ise her ne kadar Varlık Vergisi yükünün daha çok Gayrimüslim burjuvazi üzerinde kalması ve hatta Müslüman burjuvazinin çoğunlukla bu durumdan karlı çıkmasına rağmen ancak bir gün kendilerinin de böyle bir uygulamadan zarar görebilecekleri ihtimalinin kaygısı ve korkusu içinde siyasi yönetimden daha bağımsız ve dokunulmaz bir pozisyon kazanma arayışı içine giriyorlardı.
Savaş dönemi koşulları içinde kentlerde yaşamakta olan ve ortaya çıkan kıtlıkta gıda ve diğer temel ihtiyaçlarını gidermede en fazla zorluğu yaşayan ve düşük maaşla yüksek enflasyon ortamında iyice ezilen işçi ve memur sınıfı da, hükümet yönetimini bu durumdan sorumlu tutan diğer bir toplumsal kesit oldu. Toplumsal tabanında yükselen itiraz seslerini rahatlatmak üzere hükümet çok partili sisteme geçme kararını alırken, bu yeni siyasal sistem, toprak sahipleri ve tüccar sınıf temsilcilerin öncülüğünde birleşen muhalefete 1946’da Demokrat Parti’yi kurma imkânı veriyordu. Bu hareketin önderleri, tarımsal ekonominin başat aktörlerinden olan ve tarımsal gidişata yön veren büyük toprak sahipleri ve imalat sektöründen büyük girişimciler ve tüccarlar olurken ve bunların çoğu esasında II. Dünya Savaşı yıllarındaki ekonomik koşullarda spekülatif hareketlerden en çok yarar sağlayarak daha da zenginleşme imkânını bulan şahsiyetler iken ve dolaylı olarak büyük toplum kesiminin yoksullaşmasında ve yaşam standartlarının kötüleşmesinde pay sahibi olurken, ancak bunların daha iyi bir gelecek sunma vaadiyle toplumun geniş bir kısmının umudunu kazandıkları çelişki içinde yapılan ilk seçimde, bu umut yeni siyasi parti lehine büyük oranda oya dönüşüyor ve ülke farklı bir siyası ortama yelken açmaya başlıyordu.” ( Sf. 128-133)
……………………………………….
“…Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin erken dönem iktisat politikasında temel prensip olarak yerli üretimimi dış rekabetten koruyarak geliştirme kaygısı içinde yürütülen ve daha çok yerli sanayi için gerekli bazı hammadde türleri, ara mal ve makinaları kapsayan kontrollü ve denetimli ithalat anlayışı, Demokrat partinin terk ettiği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin istediği şekilde ithalatta serbestleşmeyi getirdiği önemli bir değişim oluyordu. Ancak II. Dünya Savaşı döneminde uygulanan kemer sıkma politikası nedeniyle döviz rezervlerinde sağlanan önemli döviz miktarından dolayı ve ayrıca savaşın bitimiyle birlikte 1947’den itibaren dış ticaret hacminde görülmeye başlanan iyileşme ve 1953 yılına kadar Kore Savaşı’nın dünya pazarında oluşturduğu talepten Türkiye’nin de yararlanması gibi bütün bu çoklu etkenler nedeniyle Türkiye, ithalatta (dışalım) serbestleşmenin ödemeler dengesi üzerindeki bozucu etkisini belli bir süre hissetmeyecekti.
ABD’li danışmanlarının önerdiği iktisadi politika unsurları arasında yer alan devlet teşekküllerinin özelleştirilmesi ise Demokrat Parti tabanının isteğiyle de örtüşüyor olmasına rağmen ancak özel sektörün devlet kuruluşlarını satın almaya yanaşmaması nedeniyle karşılık bulmayarak planlarındaki öncelikli sıradan kaldırılacaktı.
Demokrat Parti yönetiminin, iktisadi kalkınma planında yaptığı diğer önemli bir değişiklik ise bundan sonrasında tarımsal kalkınmaya öncelik vermekte ki bu uygulama da, ABD mamul mallarının çevre ülkelere satılmasına imkân verecek olan ithalatta (dışalım) serbestleşme kadar ABD’nin çevre ekonomileri için birincil önemde gördüğü diğer bir unsurdu. Özellikle 19 yüzyılda sanayide büyük ilerleme gösteren Batı Avrupa ülkelerinin, sanayi alanında dış dünyada kendilerine rakip oluşmasını önlemek ve ayrıca kendi sanayii üretimleri için tarımsal hammadde sağlamak üzere ve yarı-sömürge coğrafyalarında tarımsal kalkınmayı özendirme politikasını, 20.yüzyılda bu kez sanayii liderliğine yerleşen ABD yapmaktaydı. Demokrat Parti Türkiye’si de yapmış olduğu kalkınma politikası değişikliğiyle bu talebi yerine getirmiş oluyordu. I. Dünya Savaşı öncesinde Batı Avrupa sanayii ülkeleri için hammadde sağlayıcı hem de mamul mal tüketim pazarı haline gelmiş olan Osmanlı Türkiye’sinin uygulamalarına, bu savaş sonrasında kurulan ve bağımsız bir milli ekonomiye odaklanan Cumhuriyet Türkiye’si ilk iktidarın verdiği aradan sonra, 1950’den itibaren bu kez ABD sanayii ekonomisi aynı yola girildiği söylenebilirdi.
İktisadi kalkınmada birinci öncelik olarak tarımsal gelişmeye odaklanan yeni hükümet, savaş koşullarının sona ermesiyle iyileşme gösteren üretim ortamında savaş öncesinin düzeyine ulaşan 1947’deki gelişmeyi 1953’e kadar daha da ilerleterek, tarımsal üretimde iki kat bir yükselişi yakalıyordu……. Bu gelişmenin kaynağı, 1946 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na dayanırken ve esasında büyük toprakların yeniden bölüşülmesini öngören bir düzenleme olacak iken ancak büyük toprak sahiplerinin direnci karşısında kanun uygulaması, hazineye ait toprakların ve ortak meraların az topraklı ve topraksız köylüye dağıtılmasıyla sınırlı kalıyordu. Yine de II. Dünya Savaşı sonrasında ekilebilir arazilerde meydana gelen artışın yarısı bu düzenlemeyle sağlandı. Ve toprak ağları ve aşiret reislerinin egemen olduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi dışında, ülke genelinde küçük toprak mülkiyetinin güçlenmesine ve dolaysıyla bunun üretime yansımasına etki eden sonuçlar oldu.” (Sf. 138,139)
Yukarıda özlüce aktarıldığı gibi Türkiye Cumhuriyeti, zor şartlarda kurulur, savaş ve kriz koşullarında açlığı, yoksulluğu, yoksunluğu gidermek için bağımsız olmayı, kapitülasyonlardan kurtulmayı, halkın çıkarlarını öne almayı, toprak reformu yapıp köylüyü kalkındırmayı, temel ihtiyaç maddelerini üretmek için devletin öncülüğünde fabrikalar açmayı, yol ve sulama kanalları yapmayı, demiryollarını geliştirerek, eğitimi birleştirerek, laik ve bilimsel eğitim veren okullar, meslek okulları açarak gençleri eğitmeyi, halkı okutmayı, tarımı, sanayiyi ve ticareti geliştirerek, öz gücüne dayanarak ve güvenerek ekonomik kalkınmayı, güçlü bir milli ekonomi oluşturmayı hedefler.
Bu gelişmeye ilk darbeyi, köylü ekonomisinin gelişmesinden rahatsızlık duyan toprak ağlarının, devletçilik politikalarından rahatsızlık duyan imalatçı, sanayici, ticaret özel sektör girişimcilerin kurduğu ve desteklediği, 1950 yılında iktidara getirdiği Demokrat Parti yapar. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, yerli üretimi dış rekabetten koruyarak geliştirme çabasını, yerli sanayi için gerekli bazı hammadde türleri, ara mal ve makinaları kapsayan kontrolü ve denetimli ithalat anlayışını terk eder, ABD’nin istemlerine uygun biçimde dışalım (ithalat) ve dışsatımda (ihracat) serbestleşme ile yıkımı başlatır, ülkeyi dışa (emperyalizme) bağımlı bir yola sokar. Cumhuriyet yönetimin açtığı kurumları, yaptığı fabrikaları işlevsiz hale getirmeye, devlet teşekküllerini özelleştirmeye yönelir, sanayide kalkınmayı bırakır, tarımsal kalkınmaya öncelik verir. Bu girişim, gelişmiş ülkelerin mamul mallarının ülkemize de satılmasının yolunu açan, dışalımda (ithalata) serbestleşme kadar önem verdikleri bir unsurdu.
Ekonomide liberalleşme denilen bu politika, güçlü bir Milli Ekonomi oluşturma politikasının bitirilmesi, emperyalizme bağlanmanın itici gücü olur. Bu politika yalnızca Milli Ekonomiye darbe vurmakla kalmaz, bağımsızlığın sürdürülmesinde, Türk devriminin ilkelerin çiğnenmesinde, laik devlet ve toplum olma idealinin çürütülmesinde, dinciliğin, gericiliğin, faşizmin yükselmesinde baş etken olur.
Türkiye Cumhuriyeti 27 Mayıs devrimi ile devletçi ve kamucu ayarlarına döner ise de uzun sürmez, Demokrat Partinin devamı Adalet Partisi, 12 Mart, 12 Eylül faşist hareketleri, Anavatan, Doğruyol iktidarları ile liberal politikalar sürer, dinci, tarikatçı, mezhepçi AKP iktidarıyla, cumhuriyetçi, halkçı, kamucu politikalar terk edilir, dincilerin, tarikatçıların, cemaatçilerin iktidarda olduğu bir sürece dönüşür.
Evet devlet ve toplum hayatı zordur, çetrefillidir. Bu zorluğu gidermenin yolu, laik, demokratik, halkçı partilerin, meslek kuruluşlarının, sendikaların, derneklerin ve hareketlerin, basının, yurttaşların ciddi örgütlenerek ve örgütleyerek, emperyalizme, işbirlikçilerine, halk ve cumhuriyet düşmanlarına karşı, bağımsızlık, demokrasi, eşitlik, özgürlük yolunda ideolojik, ekonomik, siyasi, kültürel toplumsal mücadeleyi emek eksenli sürdürmesi, emperyalizmin kıskacından kurtulma, kamusal ekonomi, sosyal devlet, hukukun üstünlüğü, emeğin iktidarı için örgütlü toplum, laik bilimsel eğitim ve öğretimde direnmektir.
Cumhuriyetimiz yüzüncü yaşını tamamlarken, büyük badireler atlattığı, her şeye karşın bin yıllık kulluğu ve bağnazlığı yıkıp, özgür ve mücadeleci kuşaklar yetiştirdiği tartışmasızdır. 30 Ekim 2023 başlayacak Cumhuriyetin ikinci yüzyılı emperyalizmden, ekonomik liberalizmden, bağnazlıktan, gericilikten kurtuluş süreci olması dileklerimle, Cumhuriyetin 100 yılını, bayramını kutluyor, kurucularını saygı ve minnetle anıyor, nice yıllar diliyorum.
Ne mutlu Kemalist ve Sosyalist Devrimciyim diyene. 20 Ekim 2023
Av. Mehdi BEKTAŞ