“Benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
“Bu hem duygu hem de kararlılık dolu cümleyi Gazi Mustafa Kemal’e söyleten İzmir suikast girişimi olmuştu. 14 Haziran 1926 günü, aralarında eski bakanlar, milletvekilleri, valiler bulunan bir kesim tarafından planlanan korkunç eylem son andaki bir ihbar üzerine gerçekleşememişti. Cumhuriyetin ilânı üzerinden ise sadece üç yıllık bir zaman dilimi geçmişti.
29 Ekim 1923 günü TBMM’nin aldığı kararla Türkiye’de rejim değişmiş, daha önce kaldırılan hilâfet ve saltanattan sonra Cumhuriyet yönetimi başlamıştı. Aradan tam 98 yıl geçti; Cumhuriyet 98 yaşına girdi. İki yıl sonra da bir yüzyılı devirecek.
Şöyle bir geriye bakmakta, Cumhuriyetimizin yol haritasına göz atmakta yarar var sanıyorum.
Gerçekte Cumhuriyet yönetimine geçmek çağdaş dünyaya ayak uydurmaktı. Ama 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığından bu yana Mustafa Kemal Paşa’ya karşı çıkanlar her geçen gün sayılarını artırmışlardı. Erzurum ve Sivas Kongreleri, 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışı, Amerikan mandacılarının, İngiliz muhiplerinin, padişah yardakçılarının ve onların sesi olan mütareke basınının kinini ve intikam duygusunu yoğunlaştırmıştı. İç isyanlar bu nedenle Anadolu’nun dört bir yanına yayılmıştı. Kuvayı Milliye hareketine ve lideri Mustafa Kemal Paşa’ya duyulan kin artık düşmanlık derecesine yükselmişti. TBMM Ordularının kazandığı zaferlere susamış halk bayram ederken onlar yas tutuyorlardı. Nitekim çok ileri yıllarda o akımın temsilcisi “Keşke Yunan kazansaydı” diyebilecek kadar iğrenç duygularını kusmaktan geri kalmayacaktı.
29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilân edildiğinde TBMM içinde de bundan hoşnut olmayan önemli bir grup vardı. İkinci grubu oluşturan milletvekilleri arasında Mustafa Kemal’in yola çıktığı arkadaşları da bulunuyordu. Terakkiperver Fırkanın kuruluşunu da onlar gerçekleştirmişlerdi. Şeyh Sait isyanını bastırdıktan sonra iktidarını pekiştiren Gazi’ye legal yollardan karşı çıkma olanağını yitiren bu muhalefet tek çareyi yeraltına inmek ve orada örgütlenmekte buldu.
İttihat Terakki üzerine birçok bilimsel eser, araştırma, hatırat yayınlanmıştır. Hatta bugün bazı gerici çevreler beğenmedikleri kişileri suçlarken İttihatçı sıfatını yakıştırmayı hiç ihmal etmezler. Gerçekte İttihat Terakki Fırkası sevabı ve günahıyla tarih sayfaları arasında yerini almıştır. Oysa İttihatçı sıfatını dillerinden düşürmeyenler “Hürriyet ve İtilaf” fırkasını görmezden gelir daha doğrusu gözlerden uzak tutarlar. Bunda başarılı da olmuşlardır. Oysa Hürriyet ve İtilaf Fırkası her türlü tutuculuğun ve giderek ihanete dönüşen bir örgütlenmenin simgesidir. Amerikan mandacıları, İngiliz muhipleri, Arap, Arnavut, Kürt, Rum ayrılıkçıları, tarikat şeyhi kimliği altındaki İngiliz ajanları, “Teşebbüs-i Şahsi” ve “Ademi Merkeziyet” ilkesiyle yola çıkan federasyoncular, hepsi ama hepsi Hürriyet ve İtilaf çatısı altında toplanmışlardı. Hürriyet ve İtilaf, her türlü melâneti içinde bulunduran bir karşı devrim fırkasıydı!
Kuvayı Milliye hareketi başlayınca mütarekeden sonra liderleri yurt dışına kaçan İttihat Terakki örgütü hiç tereddüt etmeden burada yer aldı. Hürriyet ve İtilafçılar ise genetik bir refleksle karşı kampı oluşturdular. İç isyanlardan tutun, Yunan işbirlikçiliğine uzanan ihanet çemberinin merkezindeydiler. Cumhuriyetin ilânına karşı çıkmaları olağan bir durumdu. Hilâfet ve Saltanatın kaldırılması onları can evinden vurmuştu. Cumhuriyetin onuncu yılından sonra tamamen yeraltına indiler. Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesine geçişten tutun, kılık kıyafet devrimine, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasına, tevhidi tedrisat (eğitim birliği) reformuna kadar gerçekleşen her atılım onlardaki kin ve garezi tetikliyordu. Şu iyice bilinmelidir. Bugünkü siyasal kamplaşmanın temelinde de bu ayrım yatmaktadır.”
Cumhuriyet yönetimi çok büyük ve önemli atılımlar yapıyordu. Atatürk’ün 29 Ekim 1933 günü okuduğu tarihe geçen Onuncu Yıl söylevindeki “Yurttaşlarım, az zamanda çok işler yaptık” cümlesi tam bir gerçeği yansıtmaktadır. Yurdun dört bir yanını birbirine bağlayan demiryolları, yolcu garantisiz, yabancı sermayesiz, adeta insan gücüyle bu dönemde yaşama geçmiştir. Sadabat ve Balkan paktlarıyla Cumhuriyetin uluslararası saygınlığı yükselmiş, Avrupa’nın hasta adamı yerine dış politikada oyun kuran bir devlet ortaya çıkmıştır.
“Altın Yıllar” İkinci Dünya Savaşı sonunda kadar devam etti. Soğuk savaşla birlikte çok partili yaşama geçilirken Cumhuriyetin kazanımları birer birer kenara itildi. Tüm dünyaya örnek kurum olan Köy Enstitülerinin mimarları Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alınarak yerine faşizan eğilimli Reşat Şemsettin Sirer atanmıştı. Bu Köy Enstitülerinin idam fermanıydı. İnfazını da Demokrat Partinin Menderes hükümetleri yapacaktı. Başbakanlığa getirilen ilâhiyatçı Prof. Şemsettin Günaltay, Kuran kurslarını, ilâhiyat fakültelerini açmakla öğünüyordu. Rejimin ve demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi lâiklik ilkesi ilk yaralarını bu dönemde almıştı! Bu yol bir kez açıldıktan sonra gerisi gelecek, yeraltından çıkan tekke ve zaviye mensupları, çeşitli tarikat ve cemaatler kendilerine verilen cesaretle günümüze uzanma olanağına kavuşacaklardı. İktidarda bulunan CHP’nin çok partili dönemin başlangıcında verdiği bu ödünler hiçbir işe yaramamıştı. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler iktidar partisinin büyük yenilgisi ve Demokrat Parti’nin zaferi ile sonuçlanacaktı.
Durumu en güzel özetleyen ise bir siyasetçi değil genç bir şair olan Orhan Veli Kanık’tı. Orhan Veli seçimlerden bir gün sonra 15 Mayıs 1950 tarihli yazısından şunları söylüyordu:
“Seçimler bitti. Demokrat Parti Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysa ki Halk Partisi halkı kazanacağını umarak fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti.
Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konulan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar ve her türlü irticaa tanınan haklar… Hiçbiri kâr etmedi.”
K.A.
Yaşasın Cumhuriyet
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti
Kutlu Olsun Yüce Bayramımız.