LOZAN’DAN BUGÜNE TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Gülsün Bilgehan*
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın eşsiz kahramanı Büyük Atatürk, en yakın silah ve dava arkadaşı, varlığımızın onur belgesi Lozan Antlaşmasının mimarı, dedem İsmet İnönü ve onlarla birlikte şanlı cumhuriyet tarihimizi yazan hepimizin dedelerini, büyükannelerini saygı ve şükranla anarak, sizleri selamlıyorum.
Bundan 87 yıl önce, hemen hemen yaşadığımız şu saatlerde, saat üçü dokuz geçe, Lozan Heyeti Başkanı ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Lozan Üniversitesinde, vatanın kurtarıcısı Gazi Mustafa Kemal’in kendisine gönderdiği altın dolmakalemle, ayakta, biraz eğilerek, önündeki antlaşmaya imza atıyordu. Yedi dakika sonra, hasta adam haline gelmiş Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışıyor ve yeni Türk Devleti dünyaca tanınmış oluyordu. Genç bir ulusal devlet, zaferle sonuçlanan savaşların ardından, tam anlamıyla uygar ve bağımsız devletlerin bütün haklarını kazanmıştı.
İsmet Paşa yıllar sonra, “ Bütün güçlükler yenilerek, yalnız başımıza, büyük devletler karşımızda olduğu halde, Lozan Antlaşmasını imzaladığım gün hayatımın en mutlu anıydı…” diyecekti. Genel Sekreter Massigli, imzalanacak belgeleri birer birer Paşa’ya uzatıyordu. O, her birini dikkatle inceliyor, sanki uygunluğunu kontrol edecekmiş gibi gözden geçiriyordu. Karşıdakiler gülmeye başladılar:
“ Eyvah, dokuz ay uğraştıktan sonra galiba yine baştan başlayacağız, başımıza iş çıkacak!” diye şakalaşıyorlardı.
Savaş meydanından doğru gelip, henüz çizmelerini çıkarmış, 39 yaşındaki bu acemi diplomattan çok çekmişlerdi. Protokol bilmiyordu, içtüzükten anlamıyordu, niyetini açık ve dürüstçe belirtiyordu. Eşit şartlarda ülkesini temsil etmek başlıca hedefiydi. Daha ilk günden, gündemde olmadığı halde, İngiltere Başdelegesi Curzon konuşunca, kürsüye fırlamış, cebinden çıkardığı konuşmayı, bütün itirazlara rağmen okumuştu. Kendisine ayrılan koltuğun diğerlerinden daha ufak olduğunu görünce, oturmamış, beklemiş, özür dileyenlere “ zararı yok, bulununcaya kadar beklerim!” diye yanıt vermişti. Konferansta İngilizce ve Fransızca yanında, Türkçe de konuşulacak, diye tutturmuştu. Ermeni suikastçılar
* İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı
tehlikesi bulunduğu halde, güvenlik önlemlerine kulak asmamış, makam arabasından bayrağını indirmemişti,
Bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri İsmet Paşa’nın ana çıkış noktaları olmuş ve bu konularda asla ödün vermemişti. Bir gün yılları kurt politikacısı Lord Curzon’u adeta çıldırtmıştı:
“ Dört korkunç saatten beri burada oturuyoruz ve İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap veriyor: bağımsızlık, bağımsızlık ve ulusal egemenlik…” Sonra da, melon şapkasını çıkarıp, neşeli bir insan tavrı ile gülümseyerek, nezaketle salondakileri selamlayıp, “ memleketimi esarete mahkum eden bir belgeye imza koyamam” diyerek, çıkıp gidecektir.
Ama, şaşmadığı bir başka hedefi daha vardı: barışa ulaşmak… Lozan Antlaşması, bütün bölgeye barış getiren ve bunu yaparken hiçbir devletin doğal haklarının çiğnenmesini öngörmeyen dengeli bir düzenin çatısını kuran bir belge olarak, tarihe geçmiştir. İsmet Paşa,” bizim kuvvetli tarafımız haklı taleplerle müzakereye girmemizdir” diyordu. Mücadelesinde kendi saçları beyazlanana kadar uğraşmış ama sonuca erişmek için gereken esnekliği de göstermekten çekinmemiş ve bir uzlaşmaya zamanında varmıştı. Cephede kazanılan savaş sonrasında bir yıla kalmadan kalıcı barışı getiren ve 87 yıldır geçerliliğini sürdüren nadir anlaşmalardan birinin mimarı olmuştu.
O günlerde Fransa’da yayınlanan Le Figaro gazetesi haberi üzüntüyle vermişti:
“Dünya tarihinde çok önemli bir gün. Lozan Antlaşması dün imzalandı. İlk defadır ki, Türkiye’ye karşı bir batı devleti gibi davranılmıştır. Böylece, gelişmeler ne garip şekilde tersine dönmüş oluyor. Savaşın aranan maksadı Türkleri esir alıp, Avrupa’dan dışarı atmaktı. Ama şimdi görüyoruz ki, varılan sonuç tam tersine, Türkleri Avrupa’ya kabul etmek oldu. Bu ters gelişmeler doğrultusunda bakalım neler göreceğiz…”
Şimdi, Türkiye’nin AB üyeliğine hiç nedensiz karşı çıkan bugünün Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin nereden geldiğini anlıyorsunuz, değil mi?
Aynı sıralarda, Gazi Mustafa Kemal de, “ muhataplarımız bizimle üç, dört yıllık bir hesap görmüyorlar. Üç, dört yüz yıllık bir hesabı görmeye başlıyorlar. Hala muhataplarımız, eski Osmanlı devletinin tarihe mal olduğunu ve bugün yeni bir Türk devletinin kurulduğunu ve bu yeni Türk devletini kuran milletin çok azimkar bulunduğunu ve artık bu milletin tam bağımsızlığından ve ulusal egemenliğinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını anlamamışlardır” diye vatandaşlarına sesleniyordu.
Ne gariptir ki, Ermeni yasası ile ilgili Fransa Meclisinde bundan birkaç yıl önce söylenenleri duyunca, ben de aynı şeyleri içimden geçirdim. Oysa Lozan’da Ermeniler, kazandıkları azınlık haklarına son derece sevinmişler, hatta İsmet Paşa’ya bir şükran plaketi vermişlerdi. Ermeni soy kırımı iddiaları, ne gariptir ki, ancak İnönü öldükten sonra, yani 50 yıl sonra gündeme gelecek ve Türkiye’yi uluslar arası siyasette hedef tahtası haline getirecekti. Biliyorsunuz, 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkelerden biri olmamıza rağmen, anayasalarında “ soykırımı tanıtmak” ve “ Batı Ermenistan” ı topraklarına katmak hedefleri yer alıyor.
İsmet Paşa, Lozan’a arkasında zaferden yeni çıkmış bir ordu ve ciddi bir meclisi alarak gitmişti. O dönemde, Meclis’te yapılan gizli oturumlar bugün için ciddi derslerle dolu. Daha tam demokrasiye geçilmediği halde, İkinci Grubun sert muhalefetiyle karşı karşıya kalan İsmet Paşa, Konferansın ilk bölümü kesintiye uğrayınca, gelip Meclis önünde hesap veriyor. Görüşmeleri madde madde anlatıyor, günlerce süren tartışmalar yaşanıyor. Bilgi veriyor, fikirlerini soruyor. 87 Yıl öncesinde modern demokrasinin örnekleri veriliyor. Oysa, her şey çok basit, ses düzeni yok. Bazen milletvekilleri bağırıyorlar:
“ Paşam sesiniz gelmiyor!” diye şikayet ediyorlar. Tutanaklardan okudum, çok güldüm. “ Benim sesim bu kadardır. Siz sesinizi keserseniz beni duyarsınız!” diyor. Sonunda meclisi ikna ediyor ve desteklerini alarak tekrar konferansa gidiyor.
2010’un Türkiye’sinde, dış politikamızın “ one minute” la, iktidar partisinin genel merkezinden yönetildiğini bilmek ve en hayati dış politika görüşmelerinde Dışişleri Bakanlığımızın – monşerler diye aşağılanarak- devre dışı bırakıldığını görmek, “ eksenle birlikte, devlet geleneklerimiz de mi değişiyor?” sorusunu akıllara getirmiyor mu?
Lozan’da yaklaşık yedi ay boyunca yedi büyük devletle çetin bir diplomatik savaş vermek, o zaman genç Türk diplomatları için bir çeşit “diplomasi okulu “ olmuştu. Büyükelçi Bilal Şimşir’e göre “ dört yıllık lisans, üç yıllık lisans üstü eğitimine eş değerde bir okul! Genç Türkiye Cumhuriyetinin bir düzine elçisi, işte bu “ Lozan ekol”ünden çıkmıştır: Zekai Apaydın, Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı, Cevat Açıkalın gibi…
İsmet Paşa, birinci Konferansta olduğu gibi, ikincisinde de en zor uğraşı kapitülasyonların kalkması konusunda verdi. En fazla da adli kapitülasyonlar… Gençliğinden beri kapitülasyonların yalnız ekonomik bölümlerinden dolayı Osmanlı Devletinin elinin kolunun bağlı olduğunu düşünürdü ama Lozan’da müttefiklerin asıl adli sahada direndiklerini görmüştü. Özellikle İngilizler,
kapitülasyonların adli bakımdan değişik şekilde sürmesini istiyorlar, yabancı hukuk danışmanlarının Türkiye’de hakim gibi çalışmalarında ısrar ediyorlardı. İsmet Paşa, Türk yargısının bağımsızlığını kaldıran bütün şartlara şiddetle karşı çıktı.
Konferans sırasında, özellikle özel sohbetlerde yabancı delegeler İsmet Paşa’ya,
“ Siz hiç memleketinizde mahkemelerde dava geçirdiniz mi?” diye soruyorlardı. “ Hayır” cevabını alınca da ekliyorlardı: “ İşte, bu yüzden kapitülasyonların kalkmasında ısrar ediyorsunuz, Oysa bir adli yardım memleketinizin çıkarı için elzemdir”.
Yine, ne gariptir ki, tıpatıp benzer sözleri AB Komiserlerinden bugünlerde duyuyoruz. Referanduma sunulan Anayasa paketini öyle bir benimsemişler ki, neredeyse hükümetin kampanyasını bizim memleketimizde onlar sürdürüyorlar!
CHP Genel BaşkanıKılıçdaroğlu bunlardan birine, geçen gün: “ Bu değişiklikleri o kadar beğeniyorsanız neden kendi anayasalarınızı değiştirmiyorsunuz?” diye sordu.
Tabii, İsmet Paşa da aynı karşılıkları veriyordu. İnönü Savaşları komutanı “ yargıçlık sanatı” nın da “ muhariplik vasfı” gibi Türk milletinin doğal yeteneklerinden olduğuna inanıyordu. Evet, kendisi mahkemelere düşmemişti ama işgal sırasında İstanbul’daki aile bireylerinin mahkemelerde davaları görülmüştü. Aylardan beri maaş alamamış, ihtiyaç içindeki hakimlerin “ Kuvayı Milliyeci akrabası” diye bazı çevrelerin mahkum ettirmek istedikleri yakınlarına karşı adaleti yerine getirmekte tereddüt etmediklerini duymuştu.
Tarihin geçmişinde kalması gereken bu olaylar, yine size bugünleri hatırlatmıyor mu?
Lozan’da uzun müzakerelerden sonra bir anlaşmaya varıldı. Türk hakimlerinin onurları ve gelecekleri güven altına alındı ama anlaşılan her dönemde aynı kaygılar sürüyor.
İsmet Paşa en önemli mücadeleyi İngiliz delegesi Lord Curzon’la yapmıştı. Amerikan Delegesi Child, İsmet’in de, Curzon’un da aynı derecede, hem “ aslan terbiyecisi” hem “ hanımeli yetiştiricisi” nin özelliklerine sahip olduklarını söylüyordu. Curzon’un konferans sırasında İsmet Paşa’ya söylediği ve onun hayatı boyunca unutmadığı sözler yine bugün acı acı hatırlanıyor:
“ Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. En nihayet şu karara vardık, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız
olacaktır. Para bir bende, bir de bu yanımdakinde var. İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüzde, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp, size göstereceğim!”
Atatürk ve İnönü yaşadıkları sürece, diz çökmemişlerdi.
Cumhuriyetin ilk 15 yılında ekonomik büyüme hızı %6 oldu. Ülkenin değişimi dünyada “ Türk Mucizesi” olarak tanındı…Demir-çelik ve milli savunma sanayi kuruldu, demiryolları ve limanlar yurdu sardı, Türkiye Osmanlının borçlarını öderken, bir yandan da kalkınmasını , dışarıdan bir kuruş borç almadan tamamladı. Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı döneminde devletin kıt imkanlarıyla çok sayıda sanayi tesisi kuruldu. Devlet üretme çiftlikleri örnek tarım işletmeleri olmaları yanında tohum ve damızlık üretimini başlattı.
Hani son yıllarda, sata sata bitiremediğimiz işletmelerden söz ediyorum, bugün et ithal eder duruma geldik.
Refik Saydam’ın başkanlığında ülkede sağlık seferberliği başlatılmış, sıtma, verem, trahoma gibi hastalıkların kökü kazınmıştı. Kendi aşısını o zor şartlarda üreten Türkiye, bu yıl yurt dışından domuz aşısı almak için ne kadar kaynak ayırdı, biliyor musunuz?
Yine de, eğer dünyanın 17. büyük ekonomisi isek, bunu Atatürk Türkiye’sine borçluyuz.
Türkiye, dış politikasında da onurlu bir çizgi sürdürdü. Lozan’da ilk diplomasi deneyimlerini kazanan Atatürk ve İnönü, “ yurtta barış dünyada barış” ilkesini başarıyla uyguladılar. “ Komşularla sıfır sorun” politikası, onların buluşudur, en önce kısa bir süre önce savaşa tutuldukları Yunanistan’la barışı sağladılar, öyle ki Yunan Başbakanı Atatürk’ü Nobel Barış ödülüne önerdi, Balkan Paktının gerçekleşmesi için gayret ettiler.Dönemin bütün büyük devlet adamları Ankara’yı ziyaret ederek, Atatürk Türkiye’si örneğini yakından izlediler, İran Şahından, Afgan Kralına, İngiliz Kralına kadar….Başbakan İsmet İnönü, etkin bir dış politika yürüttü, özellikle aralarında Sovyetler Birliğinin de bulunduğu pek çok komşu ülkeye resmi ziyaretler düzenlendi. Lozan Antlaşması ile tamamlanamayan Boğazlar sorunu ve Hatay’ın anayurda bağlanmasını sonuçlandırdılar.
1936 Temmuzunda imzalanan ve Boğazların denetimini tamamen Türklere bırakan Montreux antlaşması İnönü’nün hayatının son günlerinde, ölüm döşeğinde bile sayıkladığı en önemli bağımsızlık simgelerinden biridir.
Mustafa Kemal, hayata gözlerini yumarken arkasında, mükemmel yetişmiş, sağlam, ülkesinin geleceğini emanet edebileceği bir dava arkadaşını bıraktığını biliyordu.
İnönü’nün işi hiç de kolay olmadı. Ülkenin yönetimini devraldıktan kısa bir süre sonra, dünya yeni bir büyük savaşa girdi. Son günlerde, başbakanımızın bir münasebetsiz sözü üzerine yeniden gündeme gelen bu olağanüstü dönemde İnönü, uyguladığı ince denge politikası ile, Avrupa’da 50 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşının ateşinden Türkiye’yi uzak tuttu. Belki bazı çocukları şekersiz bıraktı ama babasız bırakmadı.
Ardından Türkiye, yeniden yapılanan dünyanın en önemli kurumlarına, hemen, tam üye olarak kabul edildi, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, NATO…
AB Topluluğuna katılımını sağlayacak ilk antlaşmayı, meşhur Ankara Antlaşmasını imzalarken, dönemin Komisyon Başkanı Profesör Hallstein şunları söylemektedir: “ Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. Bunu, bu ülkede attığımız her adımda karşılaştığımız Topluluğuna katılımını sağlayacak ilk antlaşmayı, meşhur Ankara Antlaşmasını imzalarken, dönemin Komisyon Başkanı Profesör Hallstein şunları söylemektedir: “ Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. Bunu, bu ülkede attığımız her adımda karşılaştığımız Tam tersine, bir 25 yıl sonra, 1963’te, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Atatürk’ün güçlü kişiliğinin Türk toplumunda bıraktığı izlerden anlıyoruz. Bu hareketin tarihte bir benzeri yoktur hatta biz burada gerçekleştirmek istediğimiz Avrupa Birliğinin en modern şekliyle uygulandığını görüyoruz. Bu aydınlık, akılcı, gerçekçi duruş, bilime ve eğitime verilen önem, gelişmeye, ilerlemeye yöneliş bizim fikirlerimizin mükemmel bir uzantısı olarak görülüyor. Türkiye ile Avrupa’nın askeri, siyasi ve ekonomik olarak birbirine bağlanmasından daha doğal ne olabilir ki?”.
İşte 1963’te Türkiye ‘ye bu nedenlerle Avrupa Birliğinin kapıları açılıyordu. Çünkü, belki de insanlık tarihinde ilk defa bir büyük komutan, zaferle çıktığı bir kurtuluş savaşından hemen sonra, savaştığı güçlerin uygarlığını benimseyerek, kendi memleketinde radikal bir değişim gerçekleştiriyordu.
Bugünkü Türk Dış Politikasına bakalım:
Dünyada İran rejiminin yanında kalan tek ülke
Hamasın kefili
Somali soykırımcısına destek
“ kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen bir Başbakan.
Oysa, bundan 87 yıl önce, Lozan’da dünya, yeni Türk Kadınını Mevhibe İnönü’nün kişiliğinde fark ediyordu…Geleneğine, göreneğine, inancına bağlı ama daha o yıllardan kara çarşafını atarak eşitliği ve çağdaşlığı benimsemiş bir kadın…
İnönü’nün Lozan Konferansından çıkarken söyledikleri hatırlanmalı:
“ Uygar devletler arasına girmek için şimdi önümüzde 100 yıl var”.
Artık sadece 13 yılımız kaldı!