Türk Hukuk Kurumu Genel Yazmanı Berna Özpınar’ın
24.09.2011 Tarihinde
79. Dil Bayramı Kutlama Etkinliklerinde Yaptığı Konuşma
Öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum ve etkinliği düzenleyen Cumhuriyet
Gazetesi’ni ve Dil Derneği’ni kutluyor, teşekkürlerimi sunuyorum. 79. yılını kutladığımız
“Dil Bayramı” sebebiyle sizlerle neler paylaşacağım üzerine düşündüğümde Türkçe okuyupyazan-
konuşan bir vatandaş, ardından da hukukçu olarak hukuk dili üzerinden konuya
bakabileceğime karar verdim. Ben hukuk deyince bakışların donduğunu, yüzlerin bir parça
gerildiğini fark ettim, haksız sayılmazsınız. Hukuk metinleri kime, neyi söyler, niye öyle
söyler? Kanımca üzerinde durmaya ihtiyaç var.
Dil insanın insanla, insanın hayvanla ve insanın eşya ile iletişiminin en önemli
aracıdır. Zaman içerisinde gelişerek ortak paylaşımla yaşayan her dil, insanoğlunun seslere
giydirdiği bir kimliktir.
Bir dili konuşmak sadece o dilin sözcüklerini yan yana dizmek değildir. Dilin
yaşayan olduğu kendini asıl burada gösterir. Söz ve sözcük değişimleri, dilin büyümesi,
gelişmesi ya da geri kalması olarak incelenip, değerlendirilebilir. Benim asıl söylemek
istediğim, aynı sözlerin zaman içinde üzerlerine aldıkları yüktür. Bu, dilin içinde yaşadığı
toplumla birlikteliğinin ve onunla şekillendiğinin kanıtıdır. Sözcük aynı olmakla birlikte,
söze yüklenen anlamla artık söylediği şey başkadır. Tarih bunu hangi rafa koyar tam tahmin
edemiyorum ama “one minute”, artık İngilizce iki yan yana sözcük değildir. Bir ânı, öncesi ve
sonrasını taşıyan sözün yüklendiği bir durumdur. Dil, içinde yaşadığı toplumla ve dünya ile
sürekli bir etkileşim içerisindedir, ancak bir dil içinde olduğu toplumda en zengin halini yaşar.
Dilin korunması, dilde sadeleşme, dili diğer dillerin etkisinden arındırma, dil devrimi gibi
yaklaşımlar dilin bu gerçekliğine uygun değildir. Hiç bir dil, tabir uygunsa, bu tür
müdahalelere teslim olmaz. Varlığını, kontrol edemeyeceğiniz biçimde sürdürebilir ya da tam
aksi tahmininizden önce yeniyi içine alabilir. Bir ülkenin hukukunu değiştirmek, toplumu
değiştirir ama aynı biçimde dili değiştirmeyebilir. Hukukun değişmesinin, hukuk dilinin eş
zamanlı değişimini getirmemesi bundandır. Bir dil yaptım, herkes artık sadece bunu
kullanacak yaklaşımı mümkün değil. Dil, zamanda gezendir ve geçmişi bugüne bağlar. Kesip
bir yerinde bırakılamaz. Bununla birlikte, diller müdahaleler yaşamıştır. Bu bir dili başka
dillerin etkisinden arındırmak çabası olabildiği gibi yeni ihtiyaçlara dilin yapısı içinde
çözümler üretmek şeklinde de olmuştur. Dilin sadeleştirilmesi ve korunmasına ilişkin üç
temel yaklaşımın olduğunu görmekteyiz:
1-Dili kendi seyrine bırakmak gerektiği, ona müdahale edilemeyeceği,
2-Halk diline yerleşmiş sözcükleri artık o dilden ayıklamadan, onlara dokunmadan bilimsel
olarak dilin gramer yapısına uygun müdahalelerle bulunabileceği,
3-Dilin içinde yabancı olan sözcükler –halk diline yerleşseler bile- atılarak yerlerine gramer
yapısına uyup uymadığına bakılmaksızın yenilerini koymak
Tarih boyunca dil üzerinde yapılan çalışmalarda bu üç görüşün de
kullanıldığını görüyoruz. Oscar Wilde, estetik kuramında “ Hayat sanatı, sanatın hayatı taklit
etmesinden çok daha fazla taklit eder. Tıpkı düşünce gibi, sanat da bağımsız bir hayata
sahiptir ve tamamıyla kendi çizgisinde gelişir. Bütün kötü sanat hayata ve tabiata dönerek
onları idealleştirmekten kaynaklandığını” savunur. Kanımca, düşüncenin ve sanatın akan
ortak yapıları ve mahiyetleri nedeniyle bu görüş, dile yapılacak müdahaleler için de geçerlidir.
Hayata ve tabiata dönük idealler dilin içinde kaynaşmayabilir. Örneğin: Türkçe bir sözcük
olan “yargıç” günlük kullanımda “hakimin” yerini tamamen almış değildir.
Yukarıda belirttiğim dile müdahale usullerinden ikinci yol akla daha uygun
bulunarak; Türkçe’nin Cumhuriyetin dili olarak kabulü ve gelişiminde tercih edildiğini ve
Cumhuriyetin ilk yıllarında eski sözlere Türkçe karşılıklar bulma yönünde yoğun uğraş
verildiğini görmekteyiz.
Dilde sadeleşme, aslında Tanzimat’tan bu yana devam eden bir süreçtir.
Ömer Seyfettin, Ali Cenap ve Ziya Gökalp’le milli bir içerik kazanmıştır. Meşrutiyete kadar
“milli” kavramı “dini” eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Kemal Tahir’in Batılılaşmadan sonraki
toplumu “çift gerçekli toplum” olarak adlandırdığını görüyoruz. Cumhuriyetin ideali olan
Batılılaşmayı değişik yönlerden irdeleyen Ahmet Hamdi Tanpınar, kültür bütünlüğü ve
devamlılığının birbirinden farklı hayat şekillerinde somutlaştığı bir yeni insandan bahseder.
Tanpınar bunların farklı olmakla birlikte iç insana yansımadığı için gerçek bir kopma
olmadığını ama bu farklı hayat şekillerinin de kendisinden öncesinin devamı olmamasında
olduğunu belirtir. Halk dili devamlılık içerisinde ve kopmalar olmadan yaşar, bu da dilin
zamana köprü olma yönü ve oradan hızla geçen akışkan yapısıyla açıklanabilir.
Şüphesiz anlaşmanın asıl yolu, aynı dili konuşmaktan öte aynı duyguda
buluşmaktır. Dilin gelişiminde, toplumdan bağımsız bir seyir düşünülemez. Benzer biçimde,
hukuk da, hukuk dili de böyledir. Hukuk bilgisi, uğruna hukuk yapılan kişileri göz ardı
ettiğinde bir şey ifade etmez.
Hukuk dilinde sadeleşme konusu, ülkemizde doktora düzeyince çalışmalara
konu olmuştur, dil bilimcilerin ve hukukçuların ayrı ayrı üzerinde durduğu bir konudur.
Hukuk dilimizin tarihi yapısına baktığımızda Uygurlar döneminde, ilk yazılı vesikalarda,
hukuk kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Türklerin islamiyetle tanışmasıyla dilde Arapça’nın ve
Farsça’nın yoğun etkisi başlamış ve bu süreç Tanzimat’a kadar sürmüştür. Halkın konuşma
dili olarak yaşayan dil, ilimin dili olamamıştır. Nitekim, ünlü düşünür Mevlâna’nın büyük
eseri Mesnevi” Farsça’dır, halkın konuşma dilinde değildir. Bu sebeple olsa gerek yaygın
şekilde Mevlâna İranlı olarak tanınmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Arapça ve Farsça
sözcükler hukuk dilinde ağırlıklıdır. 1876 Kanun-ı Esasi’nin Türkçe’nin resmi dil olduğunu
söylemektedir. Kanun-ı Esasi’nin 18. Maddesinde bu şöyle dile getirilmiş “ Tebaa-i
Osmaniyenin hıdamt-ı devletten istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçe’yi
bilmeleri lazımdır”. Bu hükmün sonraki temel teşkilat kanunlarında korunmuş, sadeleşerek
1937 değişikliği ile “Türkiye devletinin resmi dili Türkçe’dir” şeklini aldığını görmekteyiz.
Cumhuriyet, her şeyden önce bir hukuk devrimidir. Diğer değişimler hukuk
yoluyladır. 1926 yılındaki Medeni Kanunun ve Borçlar Kanunun kabulü ile hukuk dili önemli
ölçüde değişmiştir. Kabul etmek gerekir ki, “önemli ölçüde” sözünü seçiyorum, dilin eline
düşmemek için, zira dilin, hukuk değişti diye ben öldüm mü dediğini duyar gibiyim.
Gerçekten de böyle, çünkü Avrupa’dan tercüme edilerek alınan kanunlar, ağırlı olarak
alışılagelmiş Arapça ve Farsça terimler ve söylemlerle hayata katılmıştır. Bu halen devam
eden bir uygulamadır. Avrupa Birliği’ne uyum gerekçesiyle halen Avrupa kanunları tercüme
edilerek hayata geçmektedir. Ben hukuk dilimizdeki anlaşılmazlığın, bozukluğun, kavram ve
anlam sıkıntısının önemli bir sebebinin kanun yapmamamız olduğunu düşünüyorum.
Yukarıda da belirttiğim gibi içinde bulunulan toplumdan bağımsız, onu dikkate almayan, göz
ardı eden bir hukuk, işlevini yerine getiremeyeceği, huzuru, adaleti sağlayamayacağı gibi
kendi hukukuna ihtiyaç oluşturmaktadır. Hukuk dilinde önemli bir gelişim, 1945 yılındaki
Teşkilat-ı Esasi’nin dilinin sadeleşmesi ve Anayasa adını almasıdır. Kanunların Anayasa’ya
aykırı olamayacağı temel kuralı gereği olarak, Anayasa alt düzenlemelerin de dilini
sadeleştirme şeklinde etkilemiştir. Yukarıda da vurgulamaya çalıştığım üzere hukuk dilinin
anlaşılır olması zorunlu olduğu gibi topluma göre olması da zorunludur. Buna rağmen hukuk
dili, sosyal yapının bir sonucudur, konuşma dilindeki sözlere kavramsal anlamlar giydirir ve
bu sebeple de konuşma diliyle aynı bile olsa uygulayıcı ile anlaşılırlığını bulur.
Burada şunun yanlış anlaşılmasından özellikle çekiniyorum: Hukuk dili, sadece
hukukçuların anladığı özel bir dil asla olmamalıdır. Hukukun hukukçular tarafından
yapılması, hele Anayasa gibi temel düzenlemeler için, kanımca son derece yanlış bir
yaklaşımdır. Hukuk hukukçular için değil, toplum içindir, onu önce toplum anlamalıdır.
Türk Ceza Kanunun temel kuralı, herkesin hukuku bildiğini söylemektedir. Kanunu bilmemek
mazeret değildir.
Hilmi Yavuz “Kültür Üzerine” isimli denemelerinde çağdaş toplum bilgisinin
daha önceki yapıları anlayabilmek için, keza ulusal kültürü temellendirmek için, tutulacak
yolun dünden bugüne değil bugünden düne gidilmesi gereğini savunur. Kanımca bu doğru bir
yorumdur; zira geçmişin yorumu kaçınılmazlık içerisinde şimdinin bakışıyla yapılan bir
yorumdur. Bu sebeple de Türkçe’nin korunması başlığında Türkçe’nin ve hukuk Türkçe’sinin
bugünkü gözlemlediğim durumlara dikkat çekmek istiyorum. Buralarda
konuşma/yazma/hukuk dili yakın anlamlarını kullanacağım:
Günümüz insanı zamanın bir başka şeklini bulmaya çalışıyor. Acelesi var,
elinde iletişim için cep telefonu, bilgisayar gibi teknik cihazları var ama zamanı yok ya da
gizlemek, izlemek istiyor. Bir şeyin ardında. Bu sebeple de selam etmek için “slm”, yetiyor.
Cümlenin sonunda bir ünlem ekliyor. Esasen bitmiş cümle iki noktayla devam ediyor, gülen
adam isimlendirmesiyle iki noktayı parantezle birleştiriyor. Bunlar sadece Türkçe’nin değil
her dilin önündeki tehlike. Bir dilde, bir durumu tam anlatamayan eksiklik ve yeni buluşlarda
bunu anlatan yabancı sözün yerleşmesi anlaşılırdır. Ancak bir işaret için bunu söylemek
gerçekten güç. Yazılı metnin en önemli iddiası mesajını dile yüklemesidir. Anlaşılırlığı
güçleştiren bu işaretleme ve kısaltmalar farklı kültürlere farklı mesajlar taşırlar. Bana niye bu
işareti yaptı, memnun mu değil mi, ya da o ünlemle tehdit mi ediyor? Bu işaret dilinin yazıya
yansıması içinden kolay çıkılamaz bir durum.
Bunun hukuk alanında bir benzeri var: Anayasa, mahkemelerin kararlarının
gerekçeli olması gerektiğini düzenlemiştir. Fakat formül karar dediğimiz, bugünkü pek çok
mahkeme kararlarını anlamak mümkün değil. Sadece yüksek yargı organlarının değil, yerel
mahkemelerin de kararları böyle. Özensiz bir dil, anlaşılmaz bir gerekçe tam çelişkiler
yumağı. İçindeki kavramları tanısak bile bazen sevinsek mi üzülsek mi bilemediğim neticeler
alıyoruz. Kısaltmalar yine hassas olduğum bir konu ne diyor, neyi ifade ediyor, özellikle
basın, yazılı ve görsel, bu konuda fevkalade yanlış kullanım ve ısrar içerisinde. RTE, AB,
RÜTK bunlar kim, ne? Anlaşılıyor mu? Ben kendimi BÖ diye tanıtsam yeterli mi, zamanla
sözü sese dönüştürüyoruz. Bu durumun işaret ettiğini zihninizde somutlaştırmak için tüm
aletlerinin akort edilmeye çalışıldığı bir orkestranın ortasında durun, dinlemeye çalışın, bunun
karşılığı bence bu durum.
Kalkınma temelli politik yapıların sunduğu küçük mutluluklar var, kime
yaradığını tahmin ettiğiniz ama sizin hayatınıza değmeyen. Ülkemiz bilmem ne verilerine
göre binde bilmem kaç küsur büyüdü, bilmem kim notumuzu artırdı! İlkokul çocuklarının
yakasına kurdele takmak gibi bir şey bu, sağlayacağı motivasyon Einstein’in görelilik
kuramına göre o çocuğun hızı artınca zamanı yavaşlar mı acaba? Pek öyle değil. Kalkınma
hedefli politikalar, her meslekte bilimsel disiplinde, ekonomi ağırlıklı eğitimi
desteklemektedir. E ne varmış bunda? Bu birbirini anlamayan hukukçular yetiştiğinin bir
başka söyleşi . Bugün vakıf hukuk fakültelerinin ders programları ekonomi ağırlıktır. Sağlık
denince özel hastanenin kârını, Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan alacağı parayı, enerji değince
tüketici değil dünyanın bilmem neresinin şirketinin kârını anlamak bir dil farkıdır. Bu dil
ağırlıklı olarak yabancı dillerin Türkçe yapısına uymayan bozuk sözcükleri, hiçbir şeyi
çağrıştırmayan kavramları dile sokmaktadır. Yeni ihtiyaçlar yeni hukuk ister ancak bunun
yöntemi ülkemizde bilinmiyor. Cenevre Hukuk Fakültesi zorunlu dersleri arasında kanun
yazma dersi önemli bir yere sahip. Bizim fakültelerimizde seçimlik ders olarak bile
okutulmuyor. Kanun kaçınılmaz şekilde kavram taşır, bunun herkes için aynı anlaşılması ve
yap boz tahtasına dönmemesi tekniğine de bağlıdır.
Son olarak, hukuk dilinde, basın dilinde ve konuşma dilinde eskiye dönüşün,
özellikle dini kaynaklı sözlerin yaygınlaştığını görmekteyiz. Yukarıda paylaştığım değişik
zamanın arayışındaki neslin bilirkişi için tekrar “ehl-i vukuf” demeyi uzun bulacağını, bu
sebeple de uzak duracını düşünüyorum. Fakat özenti diye bir şey var ve bunun pazarlama
şekli beni haksız çıkartabilir.
Hepinize teşekkür ediyorum ve saygılar sunarım.